Kadın benliği ve Virginia Woolf
11 Mayıs 2025

Edebiyatta yazarın iç monologlarını ve iç düşüncelerini romana dönüştürme dönemi başlayınca Proust ve Joyce gibi romancıların kendi iç monologlarının nasıl çalıştığını ve benliğini rahat ve özgürce ortaya koyabilmenin yollarını anlamsız zorunluluğu ortaya çıktı.

Bunun yolları başlarda sadece erkekler için açıktı. Bu nedenle Virginia Woolf’un devrimci tavrını  ele almalıyız. Birçok edebiyat tarihçisi, Woolf’un da iç monolog ve bilinç akışı yöntemlerini romanda kullanma konusundaki öncülerden, en yeteneklilerden olduğunda hemfikirler. Kadının benliğinin yok sayıldığı bir dönemde, 19’uncu yüzyıl sonu 20’inci yüzyıl başı (Bunun Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok’unu çağrıştırdığının farkındayım. Onu saygıyla anıyorum.) kendi gerçek benliğini ifade edebilme yollarını bulabilmesi, önüne konulan engeller yüzünden zor olan Virginia Woolf’un buna rağmen romanlarında iç monolog ve bilinç akışını bu kadar çarpıcı bir şekilde kullanabilmesi gerçekten de şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran bir şey. Bu yüzden, ben “Kendine Ait Bir Oda”, “Dışa Yolculuk”, “Mrs. Dalloway”, “Deniz Feneri”, “Orlando” gibi büyük romanların yazarı Virginia Woolf’un gerçek bir devrimci olduğunu düşünüyor ve onun önüne çıkarılan zihinsel engeller ortamında benliğini kendi dışına yolculuk yaptırmayı nasıl başardığını kavrayabilmekte zorlanıyorum. Bence imkansızı başarmıştı. O ve onun gibi kendilerine konulan bütün toplumsal ve düşünsel engellere rağmen “kendi dışına yolculuk” yapabilen ve benliğini ortaya koyabilen cesur kadınlar sayesinde bugünlere gelinebildiğini düşünüyor ve hepsini saygıyla anıyorum. (Tabii, Virginia Woolf cesaretinin ve yeniyi deneme arzusunun bedelini o ortamda maalesef ağır ödedi. Hayatı boyunca ruhsal sağlık sorunları yaşadı ve biliyorsunuz sonunda da intihar etti. Ama yol açılmıştı bir defa, o açılan yolda daha sonra başka kadınlar da cesur biçimde yürüdüler.)

Virginia Woolf’a gelinceye kadar, örneğin 19. yüzyılın başında Thomas Carlyle’ın eşi Jane Welsh Carlyle kocasına yazdığı ve “Ben de buradayım,” diye bitirdiği mektubunda bana kalırsa kadınlar açısından zamanın ruhunu çok çarpıcı anlatan ilginç bir kavram kullanıyor.

Bayan Carlyle mektubunda “My I-ity” diye benim ilk kez gördüğüm ve ancak James Joyce gibi bir yazarın üretebileceği türde orijinal bir kavram oluşturmuş. “Benim ben-benliğim” olarak çevirebileceğimiz bu kavram, gayet tabii 19. yüzyılın başında sosyal normlar ve erkek egemen kültürün tavrı nedeniyle bunalmış yaratıcı kadının içindeki yaratıcı potansiyeli bir türlü dışa vuramamaktan dolayı duyduğu hüsran ve kızgınlığı yansıtıyor.

***

Düşünsenize, Charlotte ve Anne Bronte’nin kadına uygun görülen konular dışına çıkıp romanlar yazabilmek için erkek takma isimleri kullanmak zorunda kaldıkları bir dönemden geçilmektedir. Charlotte Bronte’nin “Jane Eyre” romanı (1847) kadınların okumasına uygun olmayan bir konu üzerinde yazılmış olduğu için sansüre bile uğramıştı. Mary Ann Evans güzel kitaplarını ancak George Eliot takma adını aldıktan sonra yayınlayabildi. “Pride and Prejudice” (1813) ve “Emma” (1816) adlı romanlarıyla sosyal normlarla alay eden Jane Austen (1775-1817) erkek egemen kültürün hâkim olduğu toplumda kendisinin hayattaki en büyük başarısının, komşuları Hampshire Ailesi’nin mirasçısı adam ile evlenmeyi kabul ettikten sonra bir gecede kararını değiştirmesinden ibaret olarak görmek zorunda kalabiliyordu. Jane Welsh’in “Ben de buradayım,” diye biten mektubundan sonra kadının gerçekten de burada olduğunun görülmesi için, büyük işler başarmış olan Virginia Woolf’un zamanının gelmesi için (I882-1941) nerdeyse yarım asır geçmesi gerekti. “A Room of One’s Own” (1929) kitabının yazarı Woolf, söylediğim gibi James Joyce ve Proust gibi iç monologların ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış yazının büyük ustasıydı. Ama kadın olduğundan, neredeyse tüm toplum, Woolf’un içindeki benliği ortaya çıkarmasını önlemek ister gibi çalışıyordu. “Gerçek şudur ben bir kadınım. Kadın olarak bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak bütün dünya benim ülkemdir,” diyen Virginia Woolf bence büyük bir eser olan “Orlando” adlı çalışmasında dönemin İstanbul’una elçi olarak giden Orlando’nun uzun bir uykudan sonra kadına dönüştüğünü ve daha sonra İngiltere’ye dönüş yolculuğunda “İyi ki kadınım,” diye bağırdığını anlatır. Orlando döndüğü Londra’da hem kadın hem de erkek gibi yaşamayı sürdürerek, iki dünyanın da gerçeklerini görüp eleştirmek imkânını bulur.

Romanlarını yazmadan önce, yarım asır önceki Bayan Carlyle gibi Virginia Woolf da içindeki duyguları mektuplar ile dışarıya vuruyordu. Mektup, istediği gibi romanlar yazmasına imkan tanınmayan kadınların yüzyıllar boyunca bir kurtuluş yolu gibiydi. Virginia Woolf, bir mektubunda “Evdeki melek kadını öldürdüm,” demişti. Yani toplumun kendisinden beklediği gibi anlayışlı ve melek gibi davranan kadın yoktu artık. Virginia evde kendisine ait bir oda (özgür alan) oluşturmuştu ve kadının edebiyat ve diğer sanat alanlarında özgür olması için mücadele edecekti. Woolf son derece büyük bilgi birikimi olan kültürlü bir kadındı. Bloomsbury grubunun John Maynard Keynes, Lytton Strachey, Clive Bell, E.M. Forster gibi diğer üyelerinin de saygısını ve desteğini kazanmıştı. Ancak bu gücüne rağmen, genetik nedenlerle bozuk durumda olan ruh hali ağır sosyal mücadele ortamından dolayı daha da bozuldu ve çok verimli olabileceği bir yaşta hayatına son verdi. Ama o devrimciliğiyle, korkusuzluğuyla bir yol açmıştı ve 20. yüzyılda artık kadınlar o yoldan yürüyeceklerdi.

Kendi benliğine sahip çıkma ve içindekileri yazabilme mücadelesi açısından Virginia Woolf’un 1911 yılında Konstantiniye’ye (İstanbul) yaptığı gezide neler hissettiği önemlidir. Çünkü onun romancı duyarlılığıyla şehrimizde hissettiklerini iyi anlamamız kadın bilincini anlamamız açısından da öğreticidir.

Virginia Woolf (1882-1914) aklınıza gelebilecek her konuda kendine özgü fikirleri olan ve onlardan zor taviz veren bir kadındı. Çok birikimli ve kültürlüydü. Birlikte olacağı kadınları da erkekleri de çok zor beğenirdi. Buna rağmen, nasıl olduysa “beş parasız bir Yahudi” diye tanımladığı Leonard Woolf ile evlenmişti.

Kendisi de bir yazar olan Leonard ile Virginia resim ve sanat eleştirmeni Roger Fry ile arkadaştılar. Roger Fry, Bizans sanat eserlerini tanıtmak ve değerlendirmek için Konstantiniye’ye 1911 yılında bir gezi düzenleyince Virginia ve kocası da bu geziye katıldılar.

Ben bu konuya giren fazla kaynak bulacağımı sanmazken Nagihan Haliloğlu’nun İngiltere’de yazmış olduğu değerli çalışmaya rastladım. Onun çalışmasının başlığı, ilk yayınlandığı tarihi şöyle: “Constantinopolitan Modernities: Leonard Woolf, Virginia Woolf and Halide Edib” Canterbury, 2018.

Sayın Haliloğlu, Virginia Woolf’un şehrimizdeki günlerini ve daha sonra anılarında yazdıklarını incelemiş ve güzel analizini de yapmış. Tavsiyem, eğer yapabilirseniz mutlaka bu çalışmanın orijinalini internette bulup okuyun. Çalışma çok derin ve değerli gözlemler içeriyor.

Virginia’nın kocası Leonard da İstanbul hakkındaki düşüncelerini yazdı ama benim açımdan onun düşüncelerinin fazla önemi yok. Leonard şehirde gördüğü gündelik yaşam dinamizmi ve karmaşası karşısında biraz da ürkerek şehrin uluslararası bir kontrol mekanizmasına devredilmesini istemiş. Şehrin aynı gündelik yaşam dinamizmini ve karmaşasını gören Virginia ise bir romancı gözlem gücüyle, duyarlılığıyla çok daha başka sonuçlara varmış.

Virginia’nın şehirdeki ilk gününde yoğun bir sis varmış. Bu sis nedeniyle, cami minareleriyle ve eski binalarıyla şehir sanki yüzüyormuş gibi mistik bir şekilde görünmüş Virginia’ya.

“Sonra sis çekilmeye başladığında, son derece dinamik olan ve kendi içinde geleceğin modern şehrinin potansiyeli taşıyan şehir ilk bakışta anarşik gibi gelebilen dinamik gündelik yaşamıyla ortaya çıkmaya başladı,” diyor usta yazar.

Ayasofya’dan da çok etkilendiği belli olan Virginia Woolf, Ayasofya’nın seküler modernizmin izlerini taşıdığını söylüyor. Kiliseden kalan sembollerin örtülmesiyle ve ibadet eden Müslümanların açıkta bırakılan sembolleri görmezden gelmesiyle Ayasofya’nın geleceğin seküler modernizmin sembolik habercisi olduğunu düşünmüş Virginia.

Virginia Woolf ilk gün şehre çıkmadan önce, “Mrs. Dalloway” romanında anlatılan Bayan Dalloway’in çiçek almak için tek başına Londra sokaklarına çıktığı gün hissettiği türde bir heyecan duyduğunu anlatıyor.

Virginia Woolf, Orlando adlı bir karakterin 300 yıllık hayat macerasını anlattığı ve alt başlığını da “Bir biyografi” koyduğu Orlando romanının üçüncü bölümünde Orlando’nun Konstantiniye’ye büyükelçi olarak atandığını anlatır. “Bir biyografi” alt başlığından da anlaşılacağı üzere, bu romanında Virginia Woolf aslında erkek egemen bir dünyada kadının gerçek kimliğini bulabileceği bir topluma geçişin koşullarını yazmaya çalışmaktadır. Orlando karakteri bir erkek olarak geldiği şehirde birkaç gün süren uyku döneminden sonra Kafka’nın dönüşüm romanında olduğu gibi bir böceğe değil bir kadına dönüşmüş olarak uyanır. Burada ilginç olan, Virginia Woolf’un bir erkeğin kadın olması gibi radikal ve ancak 21. yüzyılın dünyasında olabilecek bir sürecin, modern ve seküler büyük şehrin potansiyelini gördüğü İstanbul’da olmasını uygun görmüş olmasıdır. Orlando da Virginia gibi, bir kadın olarak şehirdeki ilk gününde, sis altındaki minareleri bulut içinde yüzer gibi göründüğünden mistik anlam kazanmış şehre bakmaktadır. Sis çekilip şehrin gündelik yaşamı ortaya çıkınca, dönüşüme uğramış Orlando kadın olarak ilk kez günlük hayatın içine girer ve gerçeküstü denilebilecek deneyimlerini yaşar. Romanda daha sonra, Orlando bir çingene ailesiyle İstanbul’u terk eder ve Londra’ya döner. Dönüş yolunda ise “İyi ki kadınım!” diye bağırır.

ÇOK OKUNANLAR