“Burning Man” festivalini düzenleyenler, çölün yaratıcılığı nasıl tetikleyebildiğini ve çöl ortamının aslında Amerikan yaratıcılığının ortamı olduğunu iyi biliyorlardı. Festivalin tarihçesi şöyle: 1986 yılında San Francisco’da Baker Plajı’nda toplanan 20 arkadaş sahilde tahtadan yapılmış bir adam heykelini yakmışlar. Ondan sonra her yıl bir araya gelip bir festival coşkusu içinde aynı yakma ritüelini tekrarlamaya karar vermişler. Ama bu tahta adam yakma eylemine hippiler, anarşistler ve özgürlükçü düşünürler de katılmaya başlamış ve katılanların sayısı her yıl artmış. Sayıları on binleri bulunca tabii ki plaj yetmemeye başlamış. Ve festivalin Nevada’nın Red Rock Çölü’ne taşınıp her yıl orada toplanılmasına karar verilmiş. Her yıl ağustos ayının son haftasına gelindiğinde çölün belirlenen bir noktasında, altyapısı yani kanalizasyonu ve su sistemi olan orta büyüklükte bir çadır kent oluşturuluyor. Çöl kentinde, son yıllarda küçük bir uçak pisti bile inşa edilmeye başlanmış.
Şehrin oluşturulmasına festivalden bir ay önce başlanıyor. Kurulması bir ay süren şehrin festival bittikten sonra sökülüp yeniden kuma dönüştürülmesi de iki ay sürüyor. Festivale adını veren dev boyutlu tahta heykelin yakıldığı alana Playa deniliyor. Bu Playa’da 2000 yılından bu yana tapınak denilen bir alan da bulunuyor. Festivale gelen insanlar bu tapınakta hatırlanmasını istedikleri, anmak istedikleri insanlara ait eşyaları veya sanat eserlerini sergiliyorlar. Aslında bir yas alanı olan bu tapınak da festival bitmeden içindeki eşyalarla birlikte yakılıyor. Tahta adamın yıkılmasının anlamının ne olduğu sorulduğunda, “Siz neyin yanıp kül olmasını istiyorsanız bu onun sembolüdür,” cevabı veriliyor.
Festivalin esas amacı, katılan insanların özgürlüklerini tamamen serbest bırakarak hem tercih ettikleri kıyafetlerinde hem de sanat diye adlandırdıkları çöl ortamına yerleştirilen eserlerinde toplumun hiçbir kısıtlamasının olmadığı bir ortamda yaratıcılık patlamaları yaşamaları. Heykelin yakılmasının aynı zamanda toplumdaki baskı karşısında başkaldırıyı sembolize ettiği de biliniyor.
Festivali özetlerken dikkat ederseniz özgürlük, yaratıcılık, toplumsal baskılara karşı başkaldırı gibi kavramları özelikle seçtim. Sadece bu kavramlar bile görünürde sanat paylaşımları yapılan ve insanların müzik dinleyerek eğlendiği bir ortam olan festivalin temelinde ciddi bir felsefi duruş olduğunu göstermeye yetmeli diye düşünüyorum.
İlk önce festivalin ilan edilmiş prensiplerini sıralıyayım, ondan sonra felsefi duruş bölümüne geçeceğim.
Festivalin bu 10 prensibi şöyle sıralanmış:
1- Önkoşulsuz herkesin katılabilmesi 2- Kendi kendine yeterlilik 3- Kendini ifade 4- Toplu güç 5- Sivil sorumluluk 6- Karşılıksız hediye vermek 7- Meta olmaktan çıkarmak 8- Katılım 9- Samimiyet 10- Arkanda iz bırakmama.
Meta olmaktan çıkarmak, samimiyet, kendini ifade etmek gibi kavramlar, ideolojik yapıda ciddi bir hippi ve anarşik tavır ağırlığı olduğunu gösteren kavramlar. Festival bittikten sonra kurulmuş olan şehrin yeniden sadece kuma dönüştürülmesi ve arkada bir tek çöp bile bırakılmaması da “arkada iz bırakılmaması” prensibiyle bağlantılı.
***
Festivale 1988 yılında ünlü anarşist ve müzisyen Hakim Bey (asıl adı Peter Lamborn Wilson) ve onun Cacaphony (Kakafoni) adlı topluluğu katılmış. Ve onun katılımı ile festivalin bugünkü düşünsel altyapısı ve felsefesi oluşmaya başlamış. 2022 yılında kaybettiğimiz Hakim Bey paylaşma ve özgürlüğün sınırsız olmasını “şiirsel terörizm” olarak adlandırıyor. Şiirsel terörizm, festivale katılan insanların festival alanındaki sahneler, çadırlar ve farklı performansların sergilendiği alanlar arasında özgürce dolaşmaları ve festivale katılan herkesin paylaşmaya her zaman açık olması nedeniyle oluşturulan bir kavram.
Hakim Bey, bu festivalde olduğu gibi insanların kısıtlamalar olmadan sınırı bulunmayan spontane bir araya gelmelerini “Geçici Otonom Alanlar” (Temporary Autonomous Zones, TAZ) kavramıyla düşünüyor. Benden 10 yaş büyük olan Hakim Bey Amerika’daki “Occupy” hareketinde ve son “Black Lives Matter” gösterilerinde geçici otonom alanlar oluşturulduğunu söyleyerek bu hareketlere de destek verdi. Ölünceye kadar ailesinden kalan az bir parayla kendi deyimiyle “bağımsız fakirlik” hayatını New York eyaletinde geçiren Hakim Bey, takma adını 1960’lı yıllarda tasavvuf üzerine çalışmak için geldiği Ortadoğu bölgesinde ve daha sonra Tantra’yı da çalışmak için bir süre yaşadığı Hindistan’daki deneyimlerden sonra edinmiş. Anlayacağınız Yanan Adam Festivali’nin düşünsel altyapısının temelleri Hakim Bey gibi ilginç yaşamı olan ve yaşamı kadar ilginç fikirleri de bulunan bir düşünür tarafından atılmış.
Bu arada bir de popüler kültür boyutu ekleyeyim. New York gece yaşamında insanların kısa sürede haberleşerek son anda spontane bir araya gelip müzik dinleyip dans ettiği “Rave” kültürünün de Hakim Bey’in “geçici otonom alanlar” kavramıyla bağlantılı olduğunu bilmeniz gerekiyor. Bu Rave partilerinde ağırlıkla dinlenen müzik türü tekno. Yanan Adam festivalinin de dünyanın en iyi tekno gruplarının katılıp konserler verdiği bir festival olduğu biliniyor. Herkesin fantastik kostümlerle özgürce dolaşıp birbiriyle kaynaştığı bir ortamda tekno müzik eşliğinde çölde güneşi batırmak, herkesin ölmeden önce bir defa bile olsa yaşaması gereken bir deneyim bence. Tekno müzikten hiç hoşlanmasam da, cazı tercih etsem de bunu bir gün mutlaka yaşamam lazım.