Üniversite tercihleri kapıda. Gençler hayatlarının yönünü belirlemeye çalışırken, sahte diplomalar, liyakatsizlik ve derin bir adaletsizlik duygusu onların hayallerinin önüne geçiyor. Hayalleri daha başlamadan bastırılıyor. Oysa dünyanın başka yerlerinde gençler yapay zekâyı, iklim krizini, Mars’ta hayatı konuşuyor. Türkiye’deki gençlerse hâlâ “adalet” diyor, “özgürlük” diyor, “ekmek” diyor. Peki gençliğin kaybolan umudu, toplumun kaybolan neşesi, çürüyen umut damarları nasıl yeniden canlanır?
Tüm bu soruları, New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Şirin ile konuştum. Göle’nin bir köyünden NYU’ya uzanan yaşam öyküsüyle, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da ruh haline dair güçlü bir sezgisi var. Sosyal medyanın algoritmasından PISA skorlarına, beyin göçünden okul öncesi eğitime, genetik mühendislerimizi kasiyer, öğretmenlerimizi kurye yapan bu sistemde nerede hata yaptık? Selçuk Şirin ile yalnızca bugünü değil, geleceği de masaya yatırdık.
–Selçuk hocam 21.yüzyılın orta yerinde dünya savaşlar, ekonomik krizler, baskıcı yönetimler, seçilmiş krallar ile boğuşuyor dünya nereye gidiyor?
Selçuk Şirin: 2000’lerde büyük bir iyimserlik vardı. İnternet, küreselleşme, Avrupa Birliği’nin güçlenmesi, kültürler arası dayanışma… Ancak bu süreçte gelir adaleti sağlanamadı. Sol siyaset zayıfladı, ortaya çıkan boşluğu popülist liderler doldurdu. Onlar göçmenleri hedef gösterdiler, sosyal medyayı manipülasyon aracı olarak kullandılar. Dünya yine bir köy oldu ama aşağı mahallesiyle yukarı mahallesi çok net ayrılmış bir köy oldu. Dünya, ekonominin o dönem teknolojide gösterdiği sıçramanın faydalarını maalesef adil bir şekilde bölüşmedi. Hem ülkelerin kendi içinde hem de ülkeler arasında gelir adaletsizliği oluştu. Sol sorunlara çözüm bulamadı, böyle olunca global ekonominin getirdiği katma değeri zenginler ceplerine indirdi. Bunun sonucunda popülistler yoksullara, geride kalanlara senin yoksulluğunun sebebi göçmenlerdir, şu etnik gruptur diyerek yeni günah keçileri yarattı. Popülistler sosyal medyayı da çok iyi kullanarak durumu manipüle ettiler. Bugün dünyanın geldiği nokta işte o günlerin bir sonucudur. İnternet teknolojilerinin duygularla insanları manipüle etme becerisi tekelleşti, post truth ortaya çıktı. İnternet ilk çıktığında insanların özgürce kendini ifade edeceğinin sanmıştık böylece daha demokratik daha multi kültürel bir dünya yaratacaktık ama tam tersi oldu. Çünkü 5-6 kişinin ve birkaç ülkenin himayesindeki algoritmalar ve manipülasyon var. Ve herkes bu yalanlara inanıyor.
Bugünkü dönemi değerlendirmemiz 2000’li yılların iyimserliğinden dolayı kötümser görünüyor ama genel olarak aslında dünya en barışçıl dönemlerinden birini yaşıyor, dünyada açlığın en az olduğu dönemlerden biri, tarihsel perspektiften baktığımızda felaket bir durum yok. 2000’lerdeki iyimser beklentiler gerçekleşmediği için bugün böyle yaşıyoruz.
–Sosyal medyadan yayılan yalan haberlere, görüntülere inanların sayısı çok fazla!
Geçenlerde bir televizyon programında bana “New York’ta yaşamak artık çok zor değil mi?” diye sordular. Gerekçe olarak da artan suç ve şiddeti gösterdiler. Oysa veriler bunun tam aksini söylüyor: New York tarihinin en düşük suç ve işsizlik oranlarını yaşıyor. Ama sosyal medya öyle bir algı yaratıyor ki insanlar gerçeği değil, sunulanı yaşıyor. Bu yüzden Trump seçim kazanabildi. Algoritmalar bireylerin gerçeklik algısını şekillendiriyor. Buna bireysel olarak karşı koymak çok zor. Üç videoyu geçersiniz, beşincide yakalanırsınız. Bu nedenle yaş sınırı, içerik denetimi, sahte haber üretimine yaptırım gibi düzenlemeleri ancak devletler ve uluslararası kurumlar yapabilir. Avrupa Birliği bu konuda ciddi adımlar atıyor ama tam da bu nedenle hedef hâline getiriliyor ve Birliği bitirmek için her şey yapılıyor.
–Bu aslında post truth dediğimiz bela! Hatta ben yazdığım bir makalede buna blind truth demeliyiz demiştim, çünkü gerçek apaçık ortadayken inandığımız şeyler uğruna gerçekleri görmüyoruz, mesela dünya, adaletsizliği, hukuksuzluğu ya da Gazze’deki savaşı bile görmezden geliyor.
İnsan böyle bir varlık! Daniel Kahneman’ın Nobel ödülünü alma nedeni bu, diyor ki biz duygusal varlıklarız ve irrasyonel kararlar veriyoruz, bu sadece ekonomi de değil, ayakkabı alırken, araba alırken de siyasi tercihlerimiz içinde geçerli bir şey. Böyle olduğu için insanların duygusal manipülasyona uğraması kolay oluyor, işte Hitler döneminden de bu oldu. Ama şimdi sosyal medya bu manipülasyonu o kadar kolaylaştırdı ki, insanı korkutmak o kadar kolay ki! Bireylere korku pompalarsanız onları her şeye razı edersiniz.
–Bunun panzehiri var mı?
Bireysel olarak eleştirel düşünceyi arttırabiliriz, medya okur yazarlığını güçlendirebiliriz ama bunu kök sebebi bireylerin sebep sonuç ilişkisini kurmakta zorlanması yani verilere dayalı değil duygulara dayanarak karar vermesi. Hal böyle olunca bireysel olarak bununla mücadele etmek zor. Bununla mücadele etmek için uluslararası örgütlerin, kurumların, devletlerin devreye girmesi gerekiyor. Tam da bu nedenle bütün uluslararası kurumlar yok edilmek isteniyor, Birleşmiş Milletler’in bu kadar zayıflatılması bir dizayn, bu anlamda ben umutsuzum. Mesela pandemiden çıktık. Dünya Sağlık Örgütü’nün güçlenmesi beklenir doğal olarak zayıflatıldı. Dünyanın en büyük mülteci krizi yaşanıyor, mülteci örgütleri zayıflatıldı. Bu algoritma hegemonyası önümüzdeki dönemin en büyük sorunu bence. Bugün Elon Musk’ın elindeki güç Trump’da yok. Meta, Amazon çok büyükler, bugün hangi ürünü alacağımıza biz karar verdiğimizi sanıyoruz ama öyle değil algoritmalar tüm seçimlerimizi etkiliyor.
–Dünyadan Türkiye’ye geldiğimizde, siz Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? Qua vadis Türkiye?
Türkiye’de dünyanın gittiği yere gidiyor farklı değil esasen, ben o kadar umutsuz değilim. Şu açıdan; Amerika’da Trump’ın seçimi, İngiltere’de Brexit, tüm bunlarla kıyasladığımızda, 20 kusur yıllık bir iktidarda hala seçimler yapılıyor, hala muhalefet seçimleri kazanıyor, toplumun yarısı hala her şeye rağmen burada farklı bir yönetim farklı bir siyasi parti umuduyla sandığa gidiyor bu çok önemli. Çünkü mesela İran’da halk tamamen umudunu kestiği için sandığa gitmiyor. Türkiye’de en azından böyle bir durum yok ben optimist bir insanım.
–Sokaktaki herkes çok mutsuz, endişeli Türkiye’nin neşesi nereye gitti?
Yazdığım son kitabın adı ‘Bir Mutluluk Reçetesi’,tam da bunu anlattım kitapta. Gallup’un her yıl yayınladığı Mutluluk Anketi var. Burada mesela, son 24 saat içinde gülümsediniz mi? Son 24 saatte yeni bir deneyim veya öğrenme yaşadınız mı? gibi sorular var. Bu ankete göre 142 ülke içinde dünyada en mutsuz en neşesiz 3 ülkeden biri Türkiye, diğerleri Afganistan ve Kuzey Kıbrıs. Ben veriye dayalı çalışan bir insanım ama sokağa çıktığımda zaten bu mutsuzluğu görüyorum.
–Biraz gençleri konuşalım Türkiye’de gençler neden yurtdışına gidiyor?
Ben 1990’ların sonuna doğru yurtdışına çıktım. Bizim nesil, Almanya’ya ilk gidenlerin torunları gibi düşünüyordu: “Gidelim, öğrenelim, çalışalım ve geri dönelim.” O dönemde yurtdışına gitmek, geçici bir öğrenme ve gelişme yoluydu.
Ama bugün çok farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Gençlere “Geri dönmemek üzere başka bir ülkeye yerleşmek ister misin?” diye sorduğunuzda, bu soruya cevap verenlerin yüzde 50’si ‘evet’ diyor. Ve bu yalnızca bir kesime ait değil. MHP’li, AKP’li, CHP’li gençler… Siyasi görüşten bağımsız olarak büyük bir ortak hissiyat var.
Peki, neden? “Burada ne yok ki seni gitmeye itiyor?” diye sorduğumuzda verdikleri ilk iki cevap net: Özgürlük ve adalet.
Gençler kendini ifade etmek istiyor. Düşünmek, konuşmak, paylaşmak istiyor. Ama sürekli bir “günah”, “ayıp”, “yasak” ikliminin içindeler. Sosyal medyada bir paylaşım yapıyor, gözaltına alınabiliyor, yargılanabiliyor. Özgürlük alanı daraldıkça, gençler nefes almak için başka ülkeleri düşünmeye başlıyor.
İkinci neden ise adalet. Genç bir birey tüm şartları yerine getiriyor, sınavlarını başarıyla geçiyor, ama işe alınmıyor. Onun yerine liyakatsiz ama torpilli biri yerleştiriliyor. Bu çok derin bir kırgınlık yaratıyor. İnsanlar başarının karşılığını göremediklerinde, umutlarını da ülkelerinde değil, başka yerlerde aramaya başlıyorlar. Kendimden örnek vereyim: Ben bu soruya hayatım boyunca hiç “evet” demedim.
–Bu kadar adaletsizliğe tanık olmuş gençlerin gelecek algısı nasıl şekillenecek?
1996 yılında New York’a ilk gittiğimde Fifth Avenue’de Türkçe konuşan birini duyduğumda heyecanla yaklaşır, “Hemşerim, hoş geldin, gel bir kahve içelim,” derdim. O kadar azdı yurtdışında Türkçe duymak. Bugünse ofisimin yakınındaki Square Park’a oturduğumda, neredeyse her gün Türkçe konuşan gençlerle karşılaşıyorum. Bu sayıdaki artış, sadece beyin göçünü değil, gelecek umudunun yönünü de gösteriyor.
Ama bir de işin görünmeyen tarafı var: Hiçbir yere gidemeyen Türkiye. Bugün evinden dışarı adım atamayan, işsiz, umutsuz, sistem dışına itilmiş milyonlarca genç var. Bu sessiz çoğunluk, toplumun neredeyse %80’ini oluşturuyor. O nedenle, ekonominin iyiye mi kötüye mi gittiğini anlamak için yalnızca kafeler, lüks restoranlar ya da ithal ürün satışlarına bakmak çok yanıltıcı olur. Oralar, toplumun yalnızca %10’una hitap ediyor. Oysa diğer ülkelerde bu tür yerlere orta sınıf da erişebilir. Bizdeyse artık sadece ayrıcalıklı bir azınlık ulaşabiliyor.
Yani özetle, bir tarafta ülkesinden başka yerde yaşamak isteyen gençler, diğer tarafta olduğu yerde sıkışıp kalan bir büyük kitle var. Ve her ikisi de aynı soruyu soruyor: “Benim bu ülkede bir geleceğim var mı?” Çünkü bu sadece geçici bir memnuniyetsizlik değil, kalıcı bir kopuşun işareti de olabilir.
–Genetik mühendislerimizi kasiyer yaptık, ziraat mühendislerimiz taksici oldu, öğretmenlerimiz kurye oldu, doktorlarımız yurtdışında ne yapıyoruz çocuklarımıza?
Bu yeni değil 2013’ten beri olan bir şey, bir seçim yapıldı. Türkiye’nin ekonomisi 2013’te pik yaptı. O noktada katma değeri yüksek üretime geçmek için yapısal reformların yapmamız gerekiyordu. Bizim girişimcilerin, gençlerin önünü açmamız onları desteklememiz, serbest bırakmamız gerekiyor. 2013’ten bugüne 12 yıl boyunca sen bunu yapmazsan karşına bu anlattığım sorunlar çıkar. Maalesef Türkiye bugün bu sorunları tartışacak noktada değil. Çünkü adalet özgürlükten daha önemli bir noktaya geldi. Bugün en temel hakların risk altında olduğu bir dönemden geçiyoruz.
–Siz Amerika’da 30 yıldır yaşıyorsunuz, ders veriyorsunuz bu kadar uzun zamanda oradaki Amerikalı gençlerde ne farklılık oldu?
Amerika’da gençlerin bir numaralı konusu yapay zeka, hem gençleri hem iş dünyası, toplumun her kesiminin en çok konuştuğu konu yapay zeka. Çünkü Gençler girdikleri meslekleri yapamayacaklar, mezun oldukları alanlar ortadan kalkıyor, yeni istihdam alanları geliyor, Amerikan devleti yapay zekayı eğitime entegre etme konusunda çok cevval değil, dolaysıyla orada da gençlerin ciddi bir gelecek kaygısı var ama o teknolojik dönüşümden dolayı. Politik olarak, Trump ikinci kez seçildi diye bir sorun yok, daha önce yaşandığı için ikincisi şok etkisi yaratmadı.
–Türk gençliği ile Amerikan gençliği arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Amerika’da orta sınıfta bir servet birikimi olduğu için temel ihtiyaçları karşılama noktasında, ev araba sahibi olmak gibi konularda sıkıntı yok, ayrıca işsizlik oranı %3 civarında dolaysısıyla iş bulmak isteyen için iş var sadece niteliği eskiden olduğu gibi değil, niteliği için kaygı olabilir. Türkiye’ye gelince burada gençler arkadaşıyla kafede oturamıyor, dışarda yemek yiyemiyor, yiyebilenler küçük bir azınlığın çocukları, onların da bir kısmı zaten yurtdışında. Bu iki farklı Türkiye’nin altını çizmek istiyorum bir tarafta en temel ihtiyaçlarına erişemeyen Pakistan, Bangladeş seviyesinde yaşayanlar diğer tarafta Norveç, İsveç seviyesinde dünya standardında yaşayan bir kesim var. Genelde medya bu varlıklı ve yurtdışında okuyan kesime bakıyor, ama bu o kadar küçük bir azınlık ki! Boğaz’daki restoranlara bakıp hepsi dolu diyor, hepsini doldursan 20 bin kişi eder, diğerleri ne olacak? Amerika’da, Avrupa’da hatta Yunanistan’da bile bir işçi eşi ve çocuğuyla yaşadığı yerde güzel bir restoranda yemek yiyebiliyor, bu herkesin hakkı ve olması gereken bir şey. Türkiye’de bu bir lüks olarak görülüyor. Lüks arabalarda sıra var diye haberler var evet ama burası 85 milyonluk bir ülke, %1 alıyor o arabaları diğerleri?
–Türkiye’de alarm veren durumlardan biri de okuduğunu anlamamak, PİSA araştırmasının sonuçlarına göre oldukça kötü bir durumdayız. Niye okuduğumuzu anlamıyoruz?
Aslında bu sorun sadece Türkiye’ye özgü değil, dünyanın pek çok yerinde benzer sıkıntılar var. Ama bizdeki sorun daha erken başladı ve daha derin. Temel nedenlerden biri, çocukların okul öncesi dönemde kitaplara yeterince erişememesi. Okuma alışkanlığı tıpkı dil gibi doğumdan itibaren gelişen bir beceri. Gelişmiş ülkelerde bu bilinç çok yaygın: Kitapçılarda en büyük bölümler okul öncesi kitaplara ayrılır, bebek doğar doğmaz ona kitap hediye edilir. Türkiye’de ise ne yazık ki böyle bir gelenek yok. Ben bu kültürü başlatmak için çaba gösterdim.
Okuma sevgisinin ve dil gelişiminin temeli insan beyninin en hızlı geliştiği ilk altı yılda atılıyor. Ancak Türkiye’de çocukların sadece yüzde 20’si bu dönemde kitapla tanışıyor. Geriye kalan yüzde 80 ise kitapla neredeyse hiç karşılaşmadan ilkokula başlıyor. Bu da kelime hazinelerini kısıtlıyor, kendilerini ifade edememelerine yol açıyor, öğretmenle iletişimleri zayıf oluyor. Dolayısıyla okuldaki müfredattan da yeterince faydalanamıyorlar. Bu dezavantaj bir ömür boyu taşınıyor ve sonuçlarını PISA gibi araştırmalarda net biçimde görüyoruz.
O yüzden çözüm okul çağına gelmiş çocuğa “neden anlamıyorsun” demek değil; okul öncesi dönemde ona kitapla tanışma imkânı sunmak. Bu yüzden okul öncesi eğitime yatırım şart.
Ben bu röportajdan önce Vietnam’daydım. Orası çok ilginç bir örnek. Artık kimse eğitimde Finlandiya modelinden bahsetmiyor; Vietnam konuşuluyor. Çünkü dünyada eğitime en az bütçeyi ayırıp en yüksek başarıyı elde eden ülke oldular. PISA sonuçlarında 2012’den bu yana birçok Avrupa ülkesini geride bıraktılar. Ve bunu çok sınırlı kaynaklarla yaptılar.
–Vietnam nasıl bir uygulama yapıyor?
3 etaplı planlı bir kalkınma modeli uygulamışlar, Vietnam bugün hala komünist bir ülke ama 80’lerin ortasında eğitimde planlı mesleki bir açılım modeli geliştiriyorlar. Biz bugün Türkiye’de mesleki eğitim konuşuyoruz geç artık. Vietnam 80’lerde bunu uygulamış artık esnek bir eğitim modeli var. 2000’li yıllarda globalleşme var, İngilizce olmazsa bizim çocuklar dünyada geri kalır diyorlar ve İngilizce eğitimine ağırlık veriyorlar, İngilizce öğretmenlerinin maaşını arttırıyorlar, herkese İngilizce öğretiyorlar. Türkiye’de de bu modeli Anadolu liseleri ve fen liselerinde yaptık. Son etap olarak okul öncesi eğitimini planlıyorlar, şu anda Vietnam’da 3 yaşındaki çocukların okullaşma oranı %90, İngiltere’den bile daha iyi durumdalar. Türkiye’de bu oran %10’larda. Türkiye’nin level atlaması için eskiyi bırakıp, yapay zekaya dayalı okullar tasarlamamız gerekiyor. Dünyada bu tarz inovatif okullar tasarlanıyor, mesela Amerika’da bir okul gördüm öğrenciler günde 2 saat yapay zekâ ile çalışıyorlar, 6 saat yaşam becerileri dersi alıyorlar, bizim köy enstitülerine benziyor, marangozluk öğreniyor, dikiş dikmeyi öğreniyor, ürün geliştirmeyi muhasebeyi, para saymayı öğreniyor. Bu bir örnek buna benzer modeller geliştirmemiz gerekiyor. Bunun için aslında bende bir projedeyim. Anadolu Vakfı’nın ‘Eğitimin Yıldızları’ adlı bir projeleri var bende o projeye katkıda bulunuyorum. Buradaki amaç eğitime gönül vermiş herkes, doktor, hemşire, mühendis fark etmez, öğrenci eğitime kafa yoran herkesin, inovatif bir fikri olan, eğitimde bir sorunu çözmek isteyen herkesi içine alan bir proje bu. Başvurular açıldı. İlgilenenler https://www.degerliogretmenim.com sitesinden ayırtılara ulaşabilirler.
–Madem yapay zekâ çağındayız sizinle buluşmadan önce ChatGPT’den size bir soru sormasını istedim işte o soru:
Türkiye’de eğitimin niteliğini arttırmak için en düşük maliyetle en yüksek etkiyi yaratacak tek bir müdahale hakkınız olsa ne olurdu?
En geniş kapsamıyla okul öncesi eğitimini 3 yaşında başlatırdım.
–Üniversitelerin tercih dönemindeyiz, siz şimdi 20 yaşında olsanız nasıl bir gelecek planlardınız?
Muhtemelen girişimci olurdum. Sosyal sermaye kurmak için üniversite okurdum. Bir meslek edinmek için, derste bir şey öğrenmek için değil sosyal çevre, kimlik, sanatta, sporda, girişimcilikte kendimi bulmak için bir üniversite seçerdim. Bir bölüm değil, temel eğitime odaklanırdım, istatistik, psikoloji gibi yaptığım alanı seçerdim, onun ötesinde kesinlikle dünyayı dolaşırdım Amerika’da buna ‘gap year’ diyorlar, hemen 18 yaşında üniversiteye niye başlayayım ki?
–Son kitabınızda mutluluk reçetesini anlatıyorsunuz, sizin mutluluk reçeteniz ne?
Mutluluk ilişkilerle ilgilidir. Mesela ben yarın köye gidiyorum, çocukluk arkadaşımla vakit geçireceğim, her sene 2-3 kez bunu yapıyorum. ODTÜ’lü arkadaşlarımla her sene birkaç kez bir araya geliyorum. Benim için mutluluk anlamlı ilişkilerde yatıyor, anlamlı işlerde yatıyor. Gerçek mutluluk sevdiğin tutkuyla bağlı olduğun işle uğraşmak ve tutkuyla bağlandığın dostlarla vakit geçirmektir.
–Siz şu anda hayatınızın nasıl bir dönemindesiniz?
Ben hayatımın en güzel, en mutlu dönemlerinden birini yaşıyorum. Çünkü Türkiye’de belli projeleri yapmak belli kitapları yazmak istiyordum. Onları bitirdim. Bebek kitabı seti, okul öncesi kitabı yapmak istiyordum onları yaptım. İlkokul setini çıkardım. Mesleki olarak üniversitede geleceğim yerin en tepesindeyim, bundan sonra sevdiğim insanlarla sevdiğim projeleri yapmak ve bir de roman yazmak istiyorum. Okuldan izin aldım önümüzdeki sene onu yazmak istiyorum.
–Bugün sizin gibi Ardahan’ın Göle ilçesinin bir köyündeki gencin New York Üniversitesi’nde okuma şansı var mı?
Her zaman var. Azaldı mı arttı mı onu konuşabiliriz tabii aslında. Bugün LGS ile birlikte özel okula giden çocukların, varlıklı aile çocuklarının avantajı çok fazla. Bizim zamanımızda öyle değildi. Ben ODTÜ’ye geldiğimde sınıftakilerin %80-90’ı memur çocuklarıydı, esnaf çocuklarıydı taşradan gelmişti. 50 kişilik sınıfta kolejden gelen 2-3 kişi vardı şimdi öyle değildir, çoğu özel okuldan geliyordur. Bu da olasılığın azaldığını gösteriyor.