Her şeyin gerçeğe benzediği ama hiçbir şeyin gerçek olmadığı bir döneme girdik.
Yapay zekâ artık sadece yazmıyor, konuşuyor, düşünüyor, hissediyormuş gibi davranıyor.
Sesimizi verdiğimiz programlar bizim yerimize şarkı söylüyor, görsellerimiz toplantılara katılıyor, dijital benliklerimiz bizden daha planlı, daha sabırlı, daha düzgün davranıyor.
Bir zamanlar fotoğraf, anı dondururdu.
Şimdi anı yeniden yaratıyor.
Bir yüz ifadesi, bir mimik, bir bakış bile saniyeler içinde çoğaltılabiliyor.
Kopyalanabilirlik insanı, sesi, duyguyu, hatta güveni bile içine aldı.
Artık gördüğümüz hiçbir şeyden tamamen emin olamıyoruz.
Bir videoda ağlayan bir yüz, belki o insanın bile haberi olmadan oluşturuldu.
Bir kahkaha duyuyoruz, ama kimin kahkahası bilmiyoruz.
Bir ses bize şarkı söylüyor, ama o sesi kimin yarattığını da.
Acaba hızlı mı tükettik bu mucizeyi?
Yapay zekâ daha tam hayatımıza yerleşmeden, etkisini de, büyüsünü de harcadık mı?
Gerçekle kurgu arasındaki o ince çizgi, şimdi her şeyi bulanıklaştırıyor.
İçimizi ısıtan videolara bile şüpheyle bakıyoruz artık.
Kedi ayıya kafa tutuyor, ayı korkuyor, “keşke gerçek olsa” diyoruz.
Sonra bir yerden biri yazıyor, “Yapay zekâ yaptı.”
Bir anda sıcaklık donuyor.
İnancımız bile manipüle edilebilir hale geldi.
Bir defilede mankenler yürüyor, ama hepsi simülasyon.
Ayakkabılar, elbiseler, yürüyüşler, jestler…
Hepsi birer kodun eseri.
Ve garip olan şu ki, kimse rahatsız olmuyor.
Çünkü görüntü güzel, müzik etkileyici, göz tatmin oluyor.
Gerçekliğin yerini artık tatmin alıyor.
İzlediğimizin sahte olup olmaması değil, bizi etkilemesi önemli hale geldi.
Peki bu bizi özgürleştiriyor mu, yoksa köleleştiriyor mu?
Toplantılara bir gün belki kendi yerimize görsellerimizi yollayacağız.
Dijital benliğimiz bizim adımıza konuşacak, daha sakin, daha profesyonel, daha ideal bir versiyonumuz olarak.
Gerçek biz ise kahvesini yudumlayacak, belki de pencereden bakacak o sırada.
Bu kulağa kolaylık gibi geliyor ama aslında varlığımızı sessizce eksiltiyor.
Çünkü insanı insan yapan şey, hatalarıydı.
Bir cümlenin içinde yanlış kelime seçmek, bir toplantıda heyecanlanmak, bir anda gülmek, yanlış zamanda susmak. Hepsi bizi sahici kılıyordu.
Şimdi bunların hepsi düzeltiliyor, filtreleniyor, optimize ediliyor.
Mimik bile artık simülasyonla ayarlanabiliyor.
Birinin yüzüne baktığımızda o gülüş gerçek mi, yoksa program mı bilemiyoruz.
Sahte duygular, sahte ses tonları, sahte nidalar…
Görmeden, dokunmadan kandırılmaya hazır hale geldik.
Yapay zekâ “gerçeği kolaylaştırmak” için doğdu, ama gerçeği tanımayı zorlaştırıyor.
Bir yandan işleri hızlandırıyor, diğer yandan insanın varlık nedenine dokunuyor.
Bir gün kendi sesimizi duymadan kendimizle konuşacağız belki.
Ya da kendi görüntümüzü izleyip, “Ben öyle değilim aslında” diyeceğiz.
Kopyalanabilirlik sadece bir teknoloji değil, insanın kendi gölgesine benzeme çabası.
Gerçeğin taklidine alıştıkça, kendimizi orijinal sanmaya devam ediyoruz.
Ve en tehlikeli yanı bu.
Çünkü her şey kopyalanabilir hale geldiğinde, tek kıymetli şey, gerçek duygunun ta kendisi olacak.

