Son bir hafta on gündür Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasında ciddi yumuşama emareleri var. Benzer şekilde Yunanistan ve Fransa da yumuşuyor.
Türkiye önce Oruç Reis’i “bakım” gerekçesiyle Antalya limanına geri çekti; tabii onunla birlikte ona eşlik eden Türk savaş gemileri de geri döndü.
Ardından, Türkiye’nin “gunboat diplomacy”ye değil, düpedüz diplomasiye öncelik verdiğine dair belirtiler ardı ardına gelmeye başladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tehdit diliyle konuşmayı bırakıp savunma diliyle (“Haklarımızı sonuna kadar koruruz”) konuşmaya ve müzakerelere öncelik verdiğini söylemeye başladı.
Öte yandan, Fransa öncülüğünde Korsika adasının Ajaccio kentinde toplanan “Med7” ülkeleri, Türkiye’ye karşı sert ve tehdit dili içeren bir bildiridense Türkiye’yi Yunanistan’la diyaloğa çağıran bir bildiri yayınlamayı tercih etti.
24-25 Eylül’de yapılacak Türkiye konulu olağanüstü Avrupa Birliği liderler zirvesi öncesinde bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan önce Almanya Başbakanı Angela Merkel ile, ardından da İspanya Başbakanı ile uzun video konferanslar yaptı. Diğer Avrupalı ülkelerle Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu görüştü. Bu arada Yunanistan’ın Başbakanı Mitçotakis kendi danışmanlarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanları arasında bir temas olduğunu, görüşmeler yürütüldüğünü söyledi.
Son olarak dün Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Türkçe bir Tweet atarak yeniden diyalog çağrısı yaptı; kısa süre sonra da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan onun bu çağrısına olumlu yanıt verdi. Ve böylece ortalık iki hafta önceye göre çok yatıştı. Oysa iki hafta önce Türkiye ve Yunanistan neredeyse bir deniz savaşının eşiğindeydi; iki ülkenin savaş gemileri birbirlerine ateş açmadılar ama gemileri birbirlerinin üzerine sürdüler, bir Yunan fırkateyni çarpışmada hasar gördü.
Peki ne oldu da iki ülke savaşın eşiğinden bu noktaya geldiler?
Bir sürü faktör var sıralanacak. En önce, uluslararası toplum böyle bir savaşa hoş gözle bakmayacağını, Avrupa Birliği de mesele savaş olunca üyesi Yunanistan’ın arkasında duracağını gösterdi. Amerika’nın da Yunanistan’ın arkasına geçmesi, Türkiye’nin böyle bir çatışma halinde yalnız kalacağını gösterdi.
İkincisi, zaten kritik bir durumda olan, son olarak uluslararası kredi notu Tanzanya seviyesine indirilen Türk ekonomisinin bırakın çatışmanın kendisini çatışma ihtimalinde bile çok kırılgan hale geldiği görüldü. TL’nin değeri son bir haftada ciddi eridi.
Üçüncüsü, Türkiye AB nezdinde “haklarını savunan ülke” konumundan hızla “saldırgan ve yayılmacı ülke” algısına geçtiğini gördü. Bunda AB yetkilisi Joseph Borrel’in Türkiye’yi Rusya ve Çin’le birlikte “İmparatorluk kurma heveslisi” olarak nitelemesi etkili oldu.
Dördüncüsü, Türkiye bu hafta sonu yapılacak AB zirvesinde geçmiş yaptırımlardan çok daha ağırının gelebileceği, hatta AB’nin müzakereleri durdurma kararı bile alabileceğini fark etti. AB’den tamamen kopmak anlamına gelecek olan böyle bir karar, sadece Türk ekonomisi değil Türkiye’nin dünyadaki yeri açısından da sakıncalıydı.
Bütün bunları değerlendiren Ankara, Doğu Akdeniz sorununu buzdolabına kaldırmanın yolunu arıyor. Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege adalarından başlayan başta kıta sahanlığı meselesi olmak üzere bir dizi birbiriyle bağlantılı sorun var. Doğu Akdeniz’de de esas olarak bu kıta sahanlığı sorununa takılmış durumdayız. Bu sorunların öyle kısa sürede çözülmesi pek mümkün değil, hatta bir bakış açısına göre iki ülke bu anlayışta oldukça hiçbir zaman çözülemeyecek sorunlar bunlar. Ama buna rağmen iki ülke geçmişte sık sık yakınlaşmalar yaşadılar ve Ege’de ciddi iş birliklerine imza attılar. Şimdi bu sorunlara mülteci meselesi de eklenmiş gibi duruyor. AB ile mülteciler konusunda varılacak bir anlaşma, Türkiye ile Yunanistan’ı yeniden o eski anlaşmazlıklarına rağmen yan yana getirebilir.