Biden, orta sınıfa kaybettiğini verebilecek mi?
05 Kasım 2020

Amerika’da seçim yapıldı ama bitmedi. Daha kolay kolay da bitmeyecek. Mutlaka mahkemelere gidilecek, gidilmeye başlandı bile, mutlaka bazı yeniden sayımlar söz konusu olacak ve süreç uzayacak.

Sürecin uzamasında, bazı belirleyici eyaletlerde iki aday arasındaki farkın çok az olması rol oynadığı gibi bir de Başkan Donald Trump’ın yenilgiyi kabul etmeyen, Demokratlar’ı oyların sayımında hile yapıp seçimi çalmakla itham eden tutumunun da payı olacak.

Ancak yine de, şu an bakıldığında görünen Joe Biden’ın kazanmaya daha yakın olduğu. O yüzden bu yazı, Biden’ın kazandığı ve 20 Ocak 2021’de ABD başkanı olarak göreve başlayacağı varsayımı altında yazılıyor.

Evet, Biden belki kazandı ama 4 yıl önce Başkan Yardımcısı olarak bıraktığı ülkeden çok farklı bir ülke var artık karşısında. Doğrudur, Barack Obama’nın 8 yıllık döneminde bugünkü kutuplaşma oluşturulmaya başlandı, Beyaz Saray’da bir Afrika kökenlinin oturmasına katlanamayan beyaz ırkçılığı inanılması güç bir hızla boyut kazandı ve düne kadar bu ırkçılığa mesafeli duruyormuş gibi gözüken kesimler arasında bile hızla yayıldı ama yine de esas kutuplaşma Donald Trump’ın 4 yıllık döneminde yaşandı.

Çünkü malum, kutuplaşma için ikinci bir kutba daha ihtiyaç var. Obama dönemi beyaz ırkçılığın tırmanmasına, “Çay Partisi”nden başlayarak Cumhuriyetçi Parti’nin daha sağa ve daha muhafazakar bir alana kaymasına neden oldu; Trump dönemi ise bu kez Demokrat Partiye oy veren liberaller başta olmak üzere diğer kesimleri bir kutup haline getirdi.

Amerika’daki kutuplaşmanın temeli

Biden, her başkan gibi göreve “Bana oy vermeyenlerin de başkanı olacağım” diyerek başlayacaktır ama bu lafların kuvveden fiile geçmesi kolay değil.

Amerika’daki keskin kutuplaşmanın ve bölünmenin temelinde bazı ekonomik gerçekler yatıyor. Adıyla söyleyelim, eskinin orta sınıfının giderek yok olması ve ikiye bölünmesi yatıyor.

Bu sorun sadece Amerikan demokrasisini değil bütün Batıyı, en genel manada söylersek liberal değerlere dayalı demokrasiyi tehdit ediyor.

50’li, 60’lı, 70’li, hatta kısmen 80’li yıllarda Amerika’da bir fabrikada işçi olmak demek, orta sınıfa da mensup olmak demekti. Bahçeli bir evde oturmak, otomobil sahibi olmak, para biriktirmek ve çocuklarını üniversiteye gönderebilmek demekti. Amerikan refahı buydu.

60’lı ve 70’li yıllarda Almanya’ya işçi olarak gidenleri düşünün. Fabrika işçisi olmak için gereken vasıflara bile sahip değillerdi giderlerken ama hemen hemen hepsi Almanya’da ev sahibi oldu, para biriktirdi, otomobil sahibi oldu, çocuklarını o yıllarda Türkiye’de olamayacağı kadar uzun süre okula gönderdi. Orta sınıf refahından pay aldılar.

Neo-Liberalizm ve küreselleşme işçinin aleyhine oldu

Ama 80’lerin sonlarında küreselleşmenin hız kazanması, Amerika’da Ronald Reagan yönetiminden başlayan ama esas hızını Demokrat Başkan Bill Clinton döneminde kazanan “Neo-liberal” politikaların (Yani kuralların gevşetilmesi (de-regülasyon) ve Batı Avrupa’daki özelleştirmeler) üzerine ABD öncülüğünde Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulması ve Çin’in bu örgüte kabul edilmesi eklenince, eskiden insanları orta sınıf mensubu yapan üretim işlerinin çoğu başta Çin olmak üzere Asya’ya kaydı.

Üretimin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan Asya’ya kayması, dünyanın bu zengin bölgelerinin ekonomisini etkilemedi, aksine teknolojik sıçramanın sayesinde bu ekonomilerde ciddi büyüme yaşandı. Ancak mesela Amerika’da ülke ekonomisinin büyümesinin ülkede yaşayan insanlara bir faydası yoktu; ülke içinde zaten çok iyi olmayan servet dağılımı daha da bozuldu. İstihdama katkısı pek az olan yüksek teknoloji şirketleri ve onların sahip ve yöneticileri gelirlerini arttırırken işçi sınıfının gelirlerinde ciddi oranda reel gerilemeler yaşandı.

Bu gelişme sadece Amerika’da olmadı. Sosyal devlet uygulamaları sayesinde daha yumuşak da seyretse Batı Avrupa’da da benzer bir gelir dağılımı bozulması ve orta sınıfların gelir kaybı yaşandı.

Bu kalabalık nüfus gruplarının yaşadığı gelir kayıpları kendini siyasi alanda hemen hissettirmeye başladı. Küreselleşme karşıtı siyasi hareketler, kısa zamanda yabancı düşmanlığı ile ve ırkçılıkla evlendi.

Trump da, Trumpizm de kalıcı

Bugün seçimden sonra Amerika’da Trump’ın kendisi kaybetse bile “Trumpizm”in kalacağı konuşuluyor. Nasıl kalmasın ki, Trump’ı iktidara getiren ve ona iktidardayken dört yıl önceye göre daha fazla oy veren ciddi bir ideolojik taban var artık.

Gelin, biraz o tabanın üzerinde duralım.

Donald Trump, şimdilik bu seçimde 68 milyondan biraz fazla oy almış gözüküyor. Nihai sayı ne olursa olsun, bu sayı Trump’ın 2016’da aldığı oydan 5 milyon daha fazla. Yani, Trump’ın iktidarda yıprandığını, Amerikan halkının kötü yönetim yüzünden ona ceza verdiğini söylemek öyle kolay değil. Bu seçimde Trump yenilmedi; ama Demokratlar daha fazla seçmeni sandık başına getirerek galip geldiler. Yani Joe Biden’ın başarısını da yabana atmamak gerekir.

Seçim sonrası son derece ilginç analizler okuyorum. Bunlardan birinde, sadece Trump’ın değil bir bütün olarak Cumhuriyetçi Parti’nin artık ağırlıklı olarak mavi yakalı, üniversite mezunu olmayan çalışan sınıfın partisi olduğu anlatılıyordu. Tam da o yüzden, bütün ırkçı tutumuna rağmen Trump, siyah seçmenlerde de, latin kökenli seçmenlerde de oy tabanını büyütmüştü. 

Bir başka analiz, sadece “Trumpizm”in değil, Trump’ın kendisinin de bir yere gitmeye niyeti olmadığını anlatıyordu. Başkan Trump’ın, “Kazanmak kolay, kaybetmek zor” dediğini unutmamak gerek. Kendisi hep kazanma kültürünü dile getiren bir insan olarak kaybetmenin ona ağır gelmesi çok normal.

Ancak Başkan Trump’ın eğer seçimi kaybettiyse 20 Ocak’a kadar, yani neredeyse 80 gün daha “başkan” kalacağını unutmamak gerek. Bu dönem boyunca Trump kim bilir daha neler yapacak.

Trump 2024’te yeniden aday olabilir

Ayrıca Başkan’ın uzunca bir zamandan beri kendine bir TV kurmak ve aslında en büyük destekçisi olan Fox News’a rakip olmak fikrini dile getirdiğini biliyoruz.

Başkanlıktan ayrılacak olan Trump, daha önceki eski başkanlar gibi sessizce köşesine çekilmeyecektir. Ondan önceki tek dönemlik başkanlar Demokrat Jimmy Carter ve Cumhuriyetçi George Bush’un aksine o ortada olmak, görünür olmak isteyecektir.

Unutulmaması gereken bir başka şey, Trump’ın 88 milyon Twitter izleyicisiyle tek başına bir hayli güçlü bir medya olduğu.

O yüzden, daha şimdiden eğer Trump bu seçimi kaybettiyse 2024 seçiminde aday olacak denebilir. Yani sahiden, ne arkadaki siyasi tabanın ne de Trump’ın kendisinin bir yere gitmeye niyeti yok. Şimdilik 2024 planları için yegane engel, Trump’ın yaşı gibi duruyor. 2024’te Başkan 78 yaşında olacak!

Peki, bu seçimi kazanacak gibi duran Joe Biden, Amerika’da yaşanan ekonomik kökenli siyasi-sosyolojik değişimi durdurabilir, hatta terse çevirebilir mi?

İşçi sınıfının yeni partisi Cumhuriyetçiler

Amerika’da seçim sonrası yapılan “sandık çıkış anketleri”nin bazılarında, özellikle ülkenin “Orta Batı” diye bilinen kesimlerindeki insanların oy verirken, salgın hastalık ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olmakla aynı salgının beraberinde getirdiği ekonomik yıkımın arasında kaldıklarını gösteriyor. Trump’a oy verenler, onun ekonomiyi düzelteceğine dair bir inançla, salgına rağmen oy vermişler.

Biz Türkiye’den baktığımızda yeni gelen Amerikan Başkanının dış politikasını, Türkiye’ye ambargo koyup koymayacağını, PKK’ya yardıma devam edip etmeyeceğini, Fethullah Gülen’i iade edip etmeyeceğini vs merak ediyoruz ama o Amerikan başkanını seçenlerin gözü ekonomiden başka bir şey görmüyor, büyük ihtimalle başkan da bütün ağırlığını ekonomiye verecektir.

Eğer seçimi kazandıysa Joe Biden’ın uygulayacağı ekonomik programı üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Ancak bu program, onun iktidarda başarılı olmasına yetmeyecektir; bunun kendisi de farkında. Salgının Amerikan ekonomisine verdiği hasarı ortadan kaldırmak yetmez, Biden’ın Trump’a oy veren sosyolojiyi terse çevirmek için gayret etmesi gerekecek.

Salgın, bir ekonomik krizi tetikledi ve pek çok şeyin devlet eliyle yapılmasına meşruiyet kazandırdı. Örneğin Biden, korona aşısının bütün Amerikalılara ücretsiz olarak yapılacağını açıkladı bile. Bu, Amerika’da daha önce söylenmesi hayal dahi edilemez bir vaat; pek çok Amerikalının gözünde bu uygulama “komünizm.”

Keynesçiliğin yükselişi

Ama aşı daha bir başlangıç. Biden, eğer etrafında toplanacak ekonomi takımını öyle insanlardan seçerse, Amerika’yı 1930 ve 40’ların “New Deal” programını uygulayan Franklin Roosevelt’in ekonomik programına benzer bir yola girebilir.

Dünya, fikirleriyle bundan 100 yıl önceden itibaren büyük etki bırakmış olan İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’i aşacak yeni bir fikir geliştirebilmiş değil. Keynes’in geniş kitlelerin refah ve mutluluğunu önceleyen politikaları, kısmen de olsa dünyada hala geçerli olan politika önerileri ve eğer salgın daha önce Necla Gece’nin yazdığı gibi sahiden neo-liberalizmin sonunu getirdiyse, dünya Keynes’in yeniden yükselişine tanıklık edecek. Ve öncülüğü de büyük olasılıkla Joe Biden’la Amerika yapacak.

Biden açısından hedef ve sorun, bugün dertlerine çare bulmak ümidiyle Trump’a oy verir hale gelmiş olan Amerikan orta sınıfına bir zamanlar sahip olduğu refahı ve gururu geri vermek.

Bunu başarmak hiç kolay değil. Trump, çareyi Çin’e ve Avrupa’ya ticaret savaşı açmakta, bu yolla üretimi yeniden Amerika’ya getir getirmeye çalışmakta bulmuştu. Biden’ın ticaret savaşına devam etmesini bekleyenlerden değilim; çünkü Çin mallarına ilave vergi koymak aslında Amerikan halkını cezalandırmak. Ancak yine de Biden’ın önceliği, dünya ticaretini Amerikan işçisi lehine yeni kurallara kavuşturmaya çalışmak olacaktır. Dünya ona bu çabasında yardımcı olmayacaktır.

Doları silah olarak kullanmak

Amerika, şunu unutmayalım ki dünya ekonomisi üzerinde eskisi kadar güçlü bir ülke değil. Bu ülkeye dünya ekonomisi üzerinde kalan gücünü veren en önemli unsur, doların bütün dünya için referans para birimi olması. Dünyanın bütün paralarının değeri neticede dolara göre ölçülüyor.

Ancak son 4 yılda daha da hızlanan biçimde Amerika bir devlet olarak dolar üzerinden diğer ülkeleri cezalandırma yolunu çok fazla kullanmaya başladı. Bu da dünyanın geri kalanında bir tedirginliğe ve alternatif arayışına neden oldu. ne Çin Yuan’ı ne de Avrupa Birliği’nin Euro’su tek başına doların yerini alabilecek para birimleri değil. Kaldı ki, doların bir cezalandırma aracı olarak kullanılmasından şikayet eden ülkelerin onun yerine başka bir potansiyel cezalandırma veya ekonomik çıkar sağlama aracını koymaları da beklenmez zaten. Daha önce Barack Obama’nın girdiği, Trump’ın ise çoğaltarak devam ettiği doları Amerikan Hazine Bakanlığı’nın dünyayı hizaya getirmek için bir araç olarak kullanma uygulamasını Biden da sürdürürse, dolara alternatif arayışları hızlanacaktır. O yüzden Joe Biden’dan dünyanın beklentisi daha farklı bir siyaset izlemesi, dünya meselelerine daha müzakereci yaklaşması.

Ya doların değerini düşürürse?

Joe Biden ise içinde bulunduğu ekonomik çıkmazdan kurtulmak için Trump’tan bile saldırgan olabilir. Ticaret savaşı değilse de, doların değerini aşırı düşürerek bir yandan ülkesine rekabet avantajı sağlamanın bir yandan da kendi bütçe açıklarını dünyanın geri kalanına finanse ettirmenin yolunu arayabilir.

Ancak Amerikan Merkez Bankası’nın doların değeri üzerinde, 80’li yıllarda Reagan’ın Japonya’yı dize getirmek için yaptığı gibi radikal bir değer düşürme harekatı yapmasının Amerikan finans sistemi açısından ve dünya finans mimarisi açısından çok yıkıcı etkileri olabilir. Bu olası etki senaryoları Amerikan Başkanını duraksatabilir.

Bütün bu anlattıklarım, Amerikan Başkanının olası hareket alanını çok sınırlayan, dolayısıyla kendi orta sınıfına yeniden refah sunmasını da zorlaştıran faktörler.

Bir de kolay tercih var

Tabii Başkan olduğunda Biden tamamen farklı bir tercih kullanıp kendi seçmen tabanı olan beyaz yakalı ve yüksek eğitimlilerin daha fazla çıkarına politikalar da izleyebilir; bu ekonomik politikalarını daha Amerikan tarzı liberal siyasi ve sosyal programlarla destekleyebilir ve Amerika içindeki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak yerine ayrılıkları daha da derinleştirme yoluna gidebilir. Ki Biden için kolayı da bu.

Dışarıda Amerikan imajını güçlendirmek, daha barışçıl ve çok taraflı ilişkiler kurmak, içeride yüksek teknolojiye ve yüksek katma değere odaklanmak ama bu arada sosyal devleti onaracak, mesela sağlık sigortası sistemini daha da iyi duruma getirecek, vergi adaletini daha fazla sağlayacak adımlara yönelebilir. Bunlar Amerika’nın yaşadığı sorunlara köklü çözümler getirmese bile Biden’ın ve Demokrat Parti’nin seçmen tabanını güçlendirebilir.

Ne olursa olsun, Başkan seçilmesi beklenen Joe Biden’ın tercihi ne yönde olursa olsun şurası kesin gibi: Amerika’yı da, dünyayı da Trump öncesi döneme geri getirmek neredeyse imkansız. Trumpizm kalıcı, Trump’ın kendisi kalıcı, Trump’ın politikalarının önemli bir bölümü de kalıcı maalesef.