İYİ-KÖTÜ, SİYAH-BEYAZ KADAR KESKİN MİDİR?
Şişli Kız
77. Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden biri bu hafta sonu kapımızı çalıyor: MUBI, Danimarka-Polonya-İsveç ortak yapımı ‘Şişli Kız’ (Pigen Med Nålen / The Girl with the Needle) filmini ağırlıyor. Magnus von Horn’un üçüncü filmi olan ‘Şişli Kız’, Dagmar Overbye adlı bir seri katilin hikâyesinden uyarlansa da odağını 1. Dünya Savaşı’nın etkilerine kaydırıyor. Konusunun çeşitliliği gibi türü de tarih, psikolojik gerilim ve korku arasında gidip geliyor.
1. Dünya Savaşı’nın tüm dünyayı vuran etkileri, 1919 yılının Kopenhag’ında Karoline (Vic Carmen Sonne) adlı genç ve yoksul bir kadını da buluyor. Eşi, taraf ülkelerden biri adına savaşa giren Karoline herkes gibi geçim sıkıntısı yaşamaktadır. Yolunun Dagmar Overbye ile (Trine Dyrholm) kesişmesi ise hayatını değiştirir. Karoline zaman geçtikçe, himayesi altına girdiği ve istenmeyen bebeklere koruyucu aile bulan Dagmar’ın gizlediği vahşeti fark etmeye başlar. Bebekler ve vahşet kelimeleri bir araya geldiğinde ortaya uğursuz bir şey çıkacağı garanti, bu nedenle filmi çelik gibi sinirleriniz varsa izleyin.
Bu çarpıcı olaylara gelene kadar zaten zor bir seyir deneyiminden geçiyoruz. Karoline’nin geçim derdine bir de savaştan dönen kocası Peter (Besir Zeciri) ekleniyor. Peter savaşların hem beden hem ruh üzerindeki şiddetini tek başına sırtlamış, yüzümüze vuruyor. Savaş gibi büyük kavramlar hep bir yerlerde olup biten ama sonuçlarını doğrudan görmediğimiz olayları çağrıştırır, oysa bitap haldeki Peter diyor ki “Bak bana, işte savaş bu.”
Karoline’nin hamileliği hikâyeye sevgi ve nefret arasında sıkışmış anneliği de ekliyor. Film, anneliğe atfedilen kutsiyet gereği dillendirmeye çekindiklerimizi cüretkârca irdeliyor. Geçim sıkıntısı, eşi, yeni ilişkisi, hamileliği ve duygudurum bozukluğu derken Karoline ihtiyacı olan desteği tesadüfen tanıştığı Dagmar’dan görüyor. Son zamanlarda ülkemizde gündem olan yenidoğan çetesi de belleğimizde yer ettiğinden, filme dair uyarımızı bu noktada yineliyoruz.
Kontrast bize ne söyler?
Filmde tüm karakterler birer iğne gibi psikolojimizi ayrı yerden deliyor. Karakterlerin başına gelen her yeni olayla birlikte hikâye derinleşiyor ve film, bol katmanlı kocaman bir çiçeğe dönüşüyor. Ama solmuş bir çiçeğe. Bu solmuşluk ve uğursuzluk havası, salt görüntülerle bile bize musallat oluyor. Filmin siyah-beyaz olması atmosferi baştan belirliyor. Bu kontrastın arasındaki gri tonlar ise iyilik ve kötülük arasında dolaşan gri karakter yapısını simgeliyor. Sanki hikâye ve sinematografi yeterince grotesk değilmiş gibi, sahnelere eşlik eden gerilimli tonlar da bu atmosferi pekiştiriyor. Yönetmen Magnus von Horn, görüntü yönetmeni Michał Dymek, prodüksiyon tasarımcısı Jagna Dobesz ve besteci Frederikke Hoffmeier bu anlamda birbirini tamamlamış. Ortaya da şiirselliğini hem görsel hem duygusal karanlıktan alan bir iş çıkmış. Senaryoyu yönetmenle birlikte üstlenen Line Langebek Knudsen ise savaş, yoksulluk, yaşama dair isteksizlik, annenin çocuğa baskısı, annelik baskısında sıkışmış kadınlar, kimsesiz bebekler gibi hassas konuları tek filmde işleyerek tüm tuşlara basmış.
Film diğer özelliği de uyarlandığı Dagmar’ın hikâyesini ana eksene koymaması. Sıradan Karoline’nin hayatını gözlüyoruz. Böylece hikâye ikisi arasında bölünüyor. Bize kalırsa bunun nedeni kontrast yaratmak ve iki ucun aynılığını vurgulamak. Bir yanda Dagmar gibi canavarlığı tescillenmiş biri, diğer yanda sıradan Karoline’nin (ve diğer karakterlerin) sıradan hayatındaki kötücüllük. Alışılan savaş, yoksulluk, cinsiyetçilik de en az Dagmar kadar korkunç. Bu nedenle film bizi ‘kötülüğün sıradanlığı’ tartışmalarına çeken yapımlardan. ‘Şişli Kız’ı rahatsızlığa karşı gardınızı alarak MUBI’den izleyebilirsiniz.
RÜYALARIMIZ ‘TERS YÜZ’ OLDU!
Dream Productions
Hemen bu ağır havayı dağıtalım ve hafta sonu neşesine uygun bir öneriye geçelim. Malumunuz ‘Ters Yüz’ (Inside Out) animasyonları büyük-küçük-ihtiyar, kızlar-delikanlılar hepimizin keyifle izlediği yapımlardan. Filmlerin ana karakteri Riley’nin beynine bir kez daha giriyoruz, üstelik dizi formatında. Karşınızda Disney+’ta yayınlanan ve yine Pixar yapımı ‘Dream Productions’!
Toplayınca bir film süresi eden dört bölümlük mini dizide, duyguların kumanda merkezindeki Neşe, Öfke, Üzüntü, Tiksinti, Korku ve elbette Riley ara sıra görünüyor. Asıl karakterlerimiz ise Riley’nin beyninde rüyalardan sorumlu ekip Dream Productions (Rüya Yapım A.Ş. diyebiliriz). Hatırlarsanız filmlerde Riley’nin anıları kısa ve uzun süreli olarak iki farklı yerde depolanıyordu ve bu anıları işleyip duygulara, düşüncelere ve davranışa dönüştürmek kumanda merkezinin göreviydi. Bu kez Riley’nin anılarından rüya oluşturan kısma, bir nevi bilinçaltımıza/bilinçdışımıza gidiyoruz.
Ana karakterimiz, Riley’nin çocukluğunda harika rüyalar ‘çekmiş’ duayen yönetmen Paula. Riley’nin ergenlik çağına gelmesiyse Paula’yı zorluyor, çünkü eski rüya-filmlerinde kullandığı pırıltılı ve şirin görseller artık Riley’nin ilgisini çekmiyor. Haliyle Paula’nın rüya-filmleri eleştirmenlerce yerden yere vuruluyor. Paula bir yandan namını korumaya çalışırken diğer yandan genç yönetmenlerin yükselmesi onu unutulmanın eşiğine getiriyor. Yapımcı ise kimsenin gözünün yaşına bakmıyor.
Rüyaların perde arkasında sektör var!
Bir yandan beynimizde olup bitenlere dair hayal gücüyle dolu bir macerayı izliyoruz, diğer yandan film sektörünün arka yüzünü anlatan bir hiciv izliyoruz neredeyse. (İster istemez yerli oyunculuk sektöründe tekelleşme mevzusunun konuşulduğu gündemi hatırlıyoruz.) Beynin Hollywood’u andıran bu meskeninde yönetmenler, senaristler, oyuncular, set emekçileri ve basın canhıraş çalışıyor. Hepsi de Riley’nin ilgisini çekecek, ona ilham verecek rüyalar oluşturabilmek için. Dizinin tek orijinalliği rüya odaklılığı ve yeni karakterler değil. Dizinin yaratıcısı Mike Jones, hikâye anlatımında ‘The Office’ ve ‘Parks and Recreation’ sitcom’larından aşina olduğumuz sahte belgesel (mockumentary) formatını kullanmış.
Son olarak… Bu toprakların kırmızı çizgisidir; İngilizcemiz ne kadar iyi olursa olsun animasyonlar medarıiftiharımız Türkçe dublajla izlenir! Seslendirme kadrosunu analım: Duru Atlıhan (Riley), Özlem Abacı (Paula), Ayça Koptur (Jean, Janelle), Erden Tunatekin (Xeni), Aysun Topar (Neşe), Suzan Acun (Tiksinti), Nur Eraslan (Üzüntü), Ercan Demirel (Öfke), Murat Şen (Korku). Bu hafta sonu Riley’nin rüyalarına adım atmak için Disney+’ta yayınlanan ‘Dream Productions’a mutlaka bakınız!
HEPİMİZ KÖPEĞİZ!
Nightbitch
Sırada yine Disney+ ve yine eğlence var. Hollywood’un önemli oyuncularından Amy Adams’ı başrolünde gördüğümüz film ‘Nightbitch’, önceki önerimiz ‘Dream Productions’ın aksine çocuksuzca keyfi çıkacak bir film. Rachel Yoder’ın 2021 tarihli aynı adlı kitabından uyarlanan komedi türündeki ‘Nightbitch’ bir süre sonra metaforlarla dolu büyülü gerçekçiliğe kaymasıyla da ilgi çekiyor.
Ana karakterimiz ‘Anne’ isimsiz bir annedir, çünkü kişiliğine dair bundan başka bir şeyi kalmamıştır. Üstelik annelik hali genel bir bakım-veren olmaya evrilmiştir. Evde hem çocuğuna hem eşine hem de köpeğine bakıcılık yaparken ruhunu teslim etmek üzeredir. Ebeveynseniz, hele de anneyseniz ‘Nightbitch’ size yalnız olmadığınızı hatırlatacak, kafa dinleme kaçamağınızda terapi gibi gelecek.
Karşımızda çocuğunu büyütmek için sanat kariyerine ara vermiş bir anne var. Pek de ara sayılmaz, zira üzerinden dört yıl geçmiştir. Anne zamanını evin kaosunu düzene sokarak, bazen bu kaosta kaybolarak ve diğer annelerle sosyalleşerek geçirir. Gel zaman git zaman bedeninde birtakım değişiklikler fark eder. Dişleri günden güne sivrilmektedir, vücudu tüylenmektedir, sokakta köpekler sürekli yanına gelmektedir. Anne, bir köpeğe dönüşmektedir!
Yarı köpek yarı insan değil, yarı hayvan yarı tanrı!
Bu noktadan sonra filmin asıl mesajı başlıyor. Anne hayvansı yanını keşfedip kucaklıyor ve bunu annelik kavramıyla birleştiriyor. Anneliği toplumun verdiği bir rol olarak görmek ve buna sıkışmak yerine, hayvansı bir özellik olarak ham ve çiğ hale getiriyor. Yani kutsallıktan arındırıyor. Hemen ardından da kutsuyor, ama kadınlığı annelikle tanımlayan klişe güzellemelerle değil. Bu kutsamayı anneliği tanrılığa (hayat vermek) benzeterek gerçekleştiriyor. Anneliğin aynı anda hem hayvansı hem tanrısal oluşunu görüyoruz. İnsanı merkez alan hiyerarşide en alt ve en üstün el sıkıştığını görüyoruz yani. Her ikisinde de insanın getirdiği kısıtlar yok, tam da bu nedenle hiyerarşide en altta olması gereken, insan olma hali.
‘Hayvan olmak’ bağlamında aklımıza Deleuze geliyor ki bu durum, bir oluş halinin kutlaması. Köpek metaforuna odaklanırsak da karşımıza özgürlük teması çıkıyor. Genelde sadakat, söz dinleme, fedakârlık gibi kavramları çağrıştıran köpekler sadece insanı merkeze aldığımızda böyle görünür. Oysa gündüzleri anneliğe devam eden Anne, geceleri köpek formunda dolaşır, koşar, içindeki sıkışmışlığı serbest bırakır. Annelik ve kadınlık rollerinden dolayı zapturapta aldığı potansiyeli geceleri açığa çıkarır. (Aklımıza ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ geliyor.) Yani özgür kalır. Bu anlamda köpeğe dönüşmek sağlam bir metafor. Geceleri dönüşmesinin nedeni ise belki de annelerin kendileriyle baş başa kalabildikleri tek zaman olmasındandır, kim bilir?
Filmin adı da önemli. ‘Bitch’ (fahişe) kelimesi İngilizcede hakaret, ama aynı zamanda dişi köpek anlamında. (Bizdeki “Dişi köpek kuyruk sallamadıkça” mantığına benziyor değil mi?) Dolayısıyla ‘Nightbitch’ ifadesi gece dolaşan (dişi) köpek anlamına gelse de, gece kadını anlamını da kucaklıyor. Aklımıza hakaret olarak söylenen kelimelerin sahiplenilmesi bakımından da hemen ‘queer’ geliyor. Eğlenirken yanlışlıkla düşünmek, bunu yaparken de Annemizin öfkesini dışa vurduğu sahnelerle özdeşleşerek katarsis yaşamak isterseniz ‘Nightbitch’i Disney+’tan izleyebilirsiniz.
MÜLAYİM SERT DİYECEKSİNİZ!
The Killer’s Game / Katil Oyunu
Peki yok mu şöyle mesajsız, dertsiz tasasız öneri? İmdadınıza yetiştik ve tetikçilerden kaçmalı, bol klişeli bir aksiyon filmiyle geldik: Prime’da yayınlanan ‘The Killer’s Game’ (Katil Oyunu). Jay Bonansinga’nın 1997 tarihli kitabından uyarlanan filmi izlemek üzere Türk filmleri tutkunlarını, bilhassa Kemal Sunal severleri bekleriz, zira bu film 1979 tarihli ‘Korkusuz Korkak’ın Amerikan versiyonundan başka bir şey değil!
Nedenine gelelim… Joe Flood (Dave Bautista) ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenir ve elden ayaktan düşerek ölmek yerine, kendisini öldürmesi için bir kiralık katille anlaşır. Anlaşma devreye girdiğinde de tesadüf bu ya, doktoru arar ve raporlarının karıştığını, aslında sapasağlam olduğunu söyler. Şimdi görevimiz, peşimizdeki kiralık katille anlaşmayı iptal etmek, edemiyorsak ondan kaçmak, kaçamıyorsak onu alt etmektir!
Elbette iki filmin hikâyeleri arasında ufak farklar var. Bir kere Joe Flood’ın kendisi de bir kiralık katil, üstelik en iyisinden. Peşindeki adamları ise ‘Korkusuz Korkak’ın Mülayim Sert’inin aksine, komedi filmlerinin vazgeçilmesi tesadüf ve sakarlık marifetiyle değil, bileğinin hakkıyla alt ediyor. Ancak tesadüften kaçarken başka klişelere yakalanıyor. Ana karakterimize aynı anda değil, tek tek saldırılıyor ki bu aksiyon filmlerinin olmazsa olmazı. Adamımı nasıl sağ çıkacak yoksa? Üstelik burnunun bile kanamaması lazım, biliyorsunuz.
Sinematografi hayat kurtarır
Film öngörülebilir, oyunculuklar ise vasat. Ama kaçmayın! ‘The Killer’s Game’ öncelikle, dediğimiz gibi, derdi tasası olmayan bir film ve hafta sonu sadece kafa dağıtmak isteyenlere ilaç gibi gelecektir. Yani keyif alma garantili. İkincisi de filmin sanat ve görüntü yönetmenliğinin, türden beklenenden fazlasını vermesi. Niina Topp ve Flavio Martínez Labiano filmin izlenebilirliğinin büyük kısmını sırtlanmış. Bir modern dans gösterisinin prömiyeriyle açılan filmde bir süre, âdeta ressam elinden çıkma bir gösteri izliyoruz mesela.
Dansçı Maize’in (Sofia Boutella) prova yaptığı sahneler ile Joe’nun tetikçilik yaptığı sahnelerin ahengiyse, yani sahne geçişleriyse başarısını, ‘John Wick’ gibi ünlü filmlerde dublörlük de yapmış olan dövüş sanatları ustası, yönetmen J. J. Perry’ye borçlu. Filmi izlenir kılan üçüncü nedeniyse sona sakladık: Joe’nun patronu Zvi olarak ara ara gördüğümüz Ben Kingsley’nin varlığı! Buna bir de Joe’nun peşindeki tetikçilerden birini canlandıran Terry Crews, yani ‘Brooklyn Nine-Nine’ın Terry’si eklenince nostaljiden filmi kapatasımız gelmiyor. Ağır bir filmle başladık ama hafif bitiriyoruz ve hafta sonu sadece keyifli zaman geçirme peşinde olanları ‘The Killer’s Game’i izlemek üzere Prime’a çağırıyoruz.