Dün Atina’da Yunanistan parlamentosunun önde gelen siyasetçilerinden sınıf arkadaşım bir dostumla sohbet ediyordum. Ailesinin mübadeleyle Türkiye’den Rodos’a göç etmek zorunda kalırken devasa topraklarını kaybettiğini anlattı. Çocukluk anılarını süsleyen zeytinliklerden, sahil boyunca uzanan büyük çiftliklerden söz etti.
Bu hikâye bana tanıdık geldi; benzeri anıları Girit’ten, Selanik’ten veya diğer Osmanlı topraklarından dönmeye mecbur bırakılan Türk kökenli ailelerden de sıkça dinliyoruz.
Bu tür göçler yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değil, dini, etnisitesi ne olursa olsun insan ruhunda derin yaralar açıyor.
Kaybedilen sadece mülk değil; kültür, kimlik ve aidiyet duygusu da yitip gidiyor. Kuşaklar boyunca iz bırakan bu acılar, bireylerin kimliklerini yoksullaştırıyor ve toplumsal hafızaya derin bir hüzün kazıyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle hem devlet hem de bireyler açısından büyük toprak kayıpları yaşandı.
Balkanlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi geniş coğrafyalarda Osmanlı vatandaşları bir anda yeni sınırların dışında kaldılar. Kimi yerlerde kıyımlar yaşandı, bu travmalar bugün fazla konuşulmasa da unutulmadı.
Bu durum sadece siyasi bir dönüşüm değil, insanların mülklerini, kültürel köklerini ve yaşam alanlarını kaybetmeleri anlamına geliyordu. Bugün bile bu kayıpların izleri hâlâ silinmiş değil; ailelerin hafızalarında yaşamaya devam ediyor.
Mısır’dan bir dostum, dedesinden miras kalan emlakın peşine düşmüş durumda. Osmanlı döneminde büyük mülk sahibi olan ailesi, zamanla millileştirme politikaları ve el koymalar nedeniyle bu topraklarını kaybetmiş. Bugün hukuki ve bürokratik engellerle boğuşarak atalarının haklarını geri almaya çalışıyor.
Bir başka dostum ise Giritli büyük dedesinin zengin bir tüccar olduğunu anlatıyor. Türkiye’ye göç ettiklerinde varlıklı bir hayattan bir anda yoksulluğun içine düşmüşler.
Göç onlar için yalnızca bir yer değişikliği değil, tüm yaşam biçimlerinin, hayallerinin ve geçmişlerinin kaybı anlamına gelmiş. Bugün bile bu acı, aile sohbetlerinde yankılanmaya devam ediyor.
Benzer bir trajedi Samsun’daki Rum ailelerin hikâyesinde de gizli. 1923 mübadelesiyle memleketlerinden koparılan bu aileler, Yunanistan’da sıfırdan bir hayat kurmak zorunda kaldılar. Ermeni aileler de tehcir sonrasında aynı travmayı yaşadılar. Balkanlardan kovulan Türkler de. Geride bıraktıkları araziler zamanla başkalarının ellerine geçti. O toprakların hatırası hâlâ yüreklerinde saklı.
Filistin örneği ise bu tür trajedilerin en yakıcılarından biri. İsrail’in kuruluşuyla birlikte Gazze ve Batı Şeria’dan binlerce Filistinli topraklarından sürüldü. Bugün hâlâ mülteci kamplarında zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren bu halk, topraklarına geri dönme umudunu hiç kaybetmedi. Ancak dünya siyasetinde bu trajedi kimi zaman bir emlak projesi gibi ele alınıyor; Trump’ın son sözleri hâlâ hafızalarda.
Bu tür hikâyeler ne yazık ki sadece Osmanlı coğrafyasıyla sınırlı değil. Hindistan ve Pakistan’ın bölünmesi sırasında milyonlarca insan yerinden edildi, mülklerini kaybetti. Bosna Savaşı sırasında binlerce Boşnak Müslüman evlerinden sürüldü. Amerika’da ise yerli halklar, 19. yüzyılda topraklarından zorla çıkarılarak kültürel ve ekonomik yıkıma uğradı.
Bugün hâlâ dünyanın dört bir yanında yerinden edilen insanların acıları taze. Onlar yalnızca topraklarını değil, aynı zamanda geçmişlerini, kimliklerini ve anılarını da kaybediyorlar. Buna rağmen bu kayıpların izini süren bireylerin mücadelesi, geçmişle bağlarını koparmama iradesini ortaya koyuyor.
İnsanlığın ortak hafızasına kazınan bu hikâyeler, bizlere köklerimize sahip çıkmanın ve hafızamızı korumanın değerini hatırlatıyor. Göçlerin ve kayıpların hikâyesi, yalnızca bir geçmiş meselesi değil; insanlığın geleceğini şekillendiren bir miras olarak önümüzde duruyor.