Açıkça söyleyeyim, karşı karşıya olduğumuz acı global gerçekler iyi anlaşılsın diye aylardır insanın içini karartan şeyler yazmak zorunda kaldım. bu konuları yazmak zorunluydu ama bir aşamada yazanın bile içini tüketebiliyordu.
Elif Soyseven’in Ömer Koç’un kendi koleksiyonundan oluşturduğu yeni sergisi Hikaye İstanbul’da üzerine güzel yazısını okurken kendimi içine soktuğum ruh halinden biraz olsun çıkarayım diye şimdi yazacağım konu geldi aklıma. bu yazı bir anlamda kendime yönelik bir terapi, umarım sizin için de öyle olur.
***
Birçok edebiyat tarihçisi Virginia Woolf’un iç monolog ve bilinç akışı yöntemlerini romanda kullanma konusundaki öncülerden, en yeteneklilerden olduğunda hemfikir. Kadının benliğinin yok sayıldığı bir dönemde (Bunun Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok’unu çağrıştırdığının farkındayım. Onu saygıyla anıyorum) kendi gerçek benliğini ifade edebilme yollarını bulabilmesi önüne konan engeller yüzünden zor olan Virginia Woolf’un buna rağmen romanlarında iç monolog ve bilinç akışını bu kadar çarpıcı bir şekilde kullanabilmesi gerçekten de şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran bir şey. Bu yüzden ben “Kendine Ait Bir Oda,” “Dışa Yolculuk,” “Mrs. Dalloway,” “Deniz Feneri,” “Orlando” gibi büyük romanların yazarı Virginia Woolf’un gerçek bir devrimci olduğunu düşünüyor ve önüne çıkarılan zihinsel engeller ortamında benliğine kendi dışına yolculuk yaptırmayı nasıl başardığını kavramakta zorlanıyorum. Bence imkansızı başarmıştı. Bugünlere o ve kendilerine konan bütün toplumsal ve düşünsel engellere rağmen “kendi dışına yolculuk” yapabilen ve benliğini ortaya koyabilen onun gibi cesur kadınlar sayesinde gelinebildiğini düşünüyor ve hepsini saygıyla anıyorum.
***
Tabii Virginia Woolf cesaretinin ve yeniyi deneme arzusunun bedelini o ortamda maalesef ağır ödedi. Hayatı boyunca ruhsal sağlık sorunları yaşadı ve biliyorsunuz sonunda da intihar etti. Ama yol açılmıştı bir defa, o açılan yolda başka kadınlar da cesur biçimde yürüdü.
Virginia Woolf’a gelinceye kadar, örneğin 19. yüzyılın başında Thomas Carlyle’ın eşi Jane Welsh Carlyle kocasına yazdığı ve “Ben de buradayım” diye bitirdiği mektubunda kadınlar açısından zamanın ruhunu çok çarpıcı anlatan ilginç bir kavram kullanıyor bana kalırsa.
Bayan Carlyle mektubunda “My I-ity” diye benim ilk kez gördüğüm ve ancak James Joyce gibi bir yazarın üretebileceği türde orijinal bir kavram oluşturmuş. “Benim ben-benliğim” olarak çevirebileceğimiz bu kavram gayet tabii 19. yüzyılın başında sosyal normlar ve erkek egemen kültürün tavrı nedeniyle bunalmış yaratıcı kadının içindeki yaratıcı potansiyeli bir türlü dışa vuramamaktan dolayı duyduğu hüsran ve kızgınlığı yansıtıyor.
Düşünsenize, Charlotte ve Anne Bronte’nin kadına uygun görülen konular dışına çıkıp romanlar yazabilmek için erkek takma isimleri kullanmak zorunda kaldığı bir dönemden geçilmektedir. Charlotte Bronte’nin “Jane Eyre” romanı (1847) kadınların okumasına uygun olmayan bir konuda yazılmış olduğu için sansüre bile uğramıştı. Mary Ann Evans güzel kitaplarını ancak George Eliot takma adını aldıktan sonra yayınlayabildi. “Pride and Prejudice” (1813) ve “Emma” (1816) adlı romanlarıyla sosyal normlarla alay eden Jane Austen (1775-1817) erkek egemen kültürün hakim olduğu toplumda hayattaki en büyük başarısının komşuları Hampshire Ailesi’nin mirasçısı adamla evlenmeyi kabul ettikten sonra bir gecede kararını değiştirmesinden ibaret olarak görmek zorunda kalabiliyordu. Jane Welsh’in “Ben de buradayım” diye biten mektubundan sonra kadının gerçekten de burada olduğunun görülmesi, büyük işler başarmış Virginia Woolf’un zamanının gelmesi için (I882-1941) neredeyse yarım asır geçmesi gerekti. “A Room of One’s Own” (1929) kitabının yazarı Woolf, söylediğim gibi James Joyce ve Proust gibi iç monologların ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış yazının büyük ustasıydı. Ama kadın olduğundan, neredeyse tüm toplum Woolf’un içindeki benliği ortaya çıkarmasını önlemek ister gibi çalışıyordu. “Gerçek şudur, ben bir kadınım. Kadın olarak bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak bütün dünya benim ülkemdir” diyen Virginia Woolf bence büyük bir eser olan “Orlando” adlı çalışmasında dönemin İstanbul’una elçi olarak giden Orlando’nun uzun bir uykudan sonra kadına dönüştüğünü ve daha sonra İngiltere’ye dönüş yolculuğunda “İyi ki kadınım” diye bağırdığını anlatır. Orlando döndüğü Londra’da hem kadın hem de erkek gibi yaşamayı sürdürerek iki dünyanın da gerçeklerini görüp eleştirme imkanını bulur.
***
Romanlarını yazmadan önce, yarım asır önceki Bayan Carlyle gibi Virginia Woolf da içindeki duyguları mektuplarla dışarı vuruyordu. Mektup istediği gibi romanlar yazmasına imkan tanınmayan kadınların yüzyıllar boyunca bir kurtuluş yolu gibiydi. Virginia Woolf bir mektubunda “Evdeki melek kadını öldürdüm” demişti. Yani toplumun kendisinden beklediği gibi anlayışlı ve melek gibi davranan kadın yoktu artık. Virginia evde kendine ait bir oda (özgür alan) oluşturmuştu ve kadının edebiyat ve diğer sanat alanlarında özgür olması için mücadele edecekti. Woolf son derece büyük bilgi birikimi olan kültürlü bir kadındı. Bloomsbury grubunun John Maynard Keynes, Lytton Strachey, Clive Bell, E.M. Forster gibi diğer üyelerinin de saygısını ve desteğini kazanmıştı. Ancak bu gücüne rağmen genetik nedenlerle bozuk durumda olan ruh hali ağır sosyal mücadele ortamından dolayı daha da bozuldu ve çok verimli olabileceği bir yaşta hayatına son verdi. Ama devrimciliğiyle, korkusuzluğuyla bir yol açmıştı o ve 20. yüzyılda artık kadınlar o yoldan yürüyecekti.
***
benliğine sahip çıkma ve içindekileri yazabilme mücadelesi açısından Virginia Woolf’un 1911 yılında Konstantiniye’ye (İstanbul) yaptığı gezide neler hissettiği önemlidir. Çünkü onun romancı duyarlılığıyla şehrimizde hissettiklerini iyi anlamamız kadın bilincini anlamamız açısından da öğreticidir.
Virginia Woolf (1882-1914) aklınıza gelebilecek her konuda kendine özgü fikirleri olan ve onlardan zor taviz veren bir kadındı. Çok birikimli ve kültürlüydü. Birlikte olacağı kadınları da erkekleri de çok zor beğenirdi. Buna rağmen, nasıl olduysa “beş parasız bir Yahudi” diye tanımladığı Leonard Woolf ile evlenmişti.
Kendisi de yazar olan Leonard ile Virginia resim ve sanat eleştirmeni Roger Fry ile arkadaştılar. Roger Fry Bizans sanat eserlerini tanıtmak ve değerlendirmek için Konstantiniye’ye 1911 yılında bir gezi düzenleyince Virginia ve kocası da bu geziye katıldı.
Ben bu konuda pek kaynak bulacağımı sanmazken Nagihan Haliloğlu’nun İngiltere’de yazmış olduğu değerli çalışmaya rastladım. Çalışmasının başlığı, ilk yayınlandığı tarihi şöyle: “Constantinopolitan Modernities: Leonard Woolf, Virginia Woolf and Halide Edib,” Canterbury, 2018.
Sayın Haliloğlu, Virginia Woolf’un şehrimizdeki günlerini ve daha sonra anılarında yazdıklarını incelemiş ve güzel analizini de yapmış. Tavsiyem, yapabilirseniz mutlaka bu çalışmanın orijinalini internette bulup okuyun. Çalışma çok derin ve değerli gözlemler içeriyor.
Virginia’nın kocası Leonard da İstanbul hakkındaki düşüncelerini yazdı, ama benim açımdan onun düşüncelerinin pek önemi yok. Leonard gördüğü gündelik yaşam dinamizmi ve karmaşası karşısında biraz da ürkerek şehrin uluslararası bir kontrol mekanizmasına devredilmesini istemiş. Şehrin aynı gündelik yaşam dinamizmini ve karmaşasını gören Virginia ise bir romancı gözlem gücüyle, duyarlılığıyla çok daha başka sonuçlara varmış.
Virginia’nın şehirdeki ilk gününde yoğun bir sis varmış. Bu sis nedeniyle, cami minareleriyle ve eski binalarıyla sanki yüzüyormuş gibi mistik bir şekilde görünmüş şehir Virginia’ya.
“Sonra sis çekilmeye başladığında son derece dinamik ve kendi içinde geleceğin modern şehrinin potansiyeli taşıyan şehir ilk bakışta anarşik gibi gelebilen dinamik gündelik yaşamıyla ortaya çıkmaya başladı” diyor usta yazar.
***
Ayasofya’dan da çok etkilendiği belli olan Virginia Woolf, Ayasofya’nın seküler modernizmin izlerini taşıdığını söylüyor. Kiliseden kalan sembollerin örtülmesiyle ve ibadet eden Müslümanların açıkta bırakılan sembolleri görmezden gelmesiyle Ayasofya’nın geleceğin seküler modernizminin sembolik habercisi olduğunu düşünmüş Virginia.
Virginia Woolf ilk gün şehre çıkmadan önce “Mrs. Dalloway” romanında anlatılan Bayan Dalloway’in çiçek almak için tek başına Londra sokaklarına çıktığı gün hissettiği türde bir heyecan duyduğunu anlatıyor.
Virginia Woolf, Orlando adlı bir karakterin 300 yıllık hayat macerasını anlattığı ve alt başlığını da “Bir biyografi” koyduğu Orlando romanının üçüncü bölümünde Orlando’nun Konstantiniye’ye büyükelçi olarak atandığını anlatır. “Bir biyografi” alt başlığından da anlaşılacağı üzere bu romanında Virginia Woolf aslında erkek egemen bir dünyada kadının gerçek kimliğini bulabileceği bir topluma geçişin koşullarını yazmaya çalışmaktadır. Orlando karakteri bir erkek olarak geldiği şehirde birkaç gün süren uyku döneminden sonra Kafka’nın dönüşüm romanında olduğu gibi böceğe değil kadına dönüşmüş olarak uyanır. Burada ilginç olan, Virginia Woolf’un bir erkeğin kadın olması gibi radikal ve ancak 21. yüzyılın dünyasında olabilecek bir sürecin modern ve seküler büyük şehir potansiyeli gördüğü İstanbul’da olmasını uygun bulmuş olmasıdır. Orlando da Virginia gibi, bir kadın olarak şehirdeki ilk gününde, sis altındaki minareleri bulut içinde yüzer gibi göründüğünden mistik anlam kazanmış şehre bakmaktadır. Sis çekilip şehrin gündelik yaşamı ortaya çıkınca, dönüşüme uğramış Orlando kadın olarak ilk kez günlük hayatın içine girer ve gerçeküstü denebilecek deneyimler yaşar. Orlando romanda daha sonra bir çingene ailesiyle İstanbul’u terk eder ve Londra’ya döner. Dönüş yolunda ise “İyi ki kadınım!” diye bağırır.