Berlin macerası benim için hep Ankara Havaalanında başlar. Ankara’nın çok güzel bir havaalanı var. En önemli özelliği de genelde “boş” olması. Ülkenin başkentinin havaalanı olmasına karşın, yurt dışına gitmek isterseniz birkaç istisna dışında, önce İstanbul’a uçmanız gerekir. Ankara Havaalanına inen ve kalkan uçak sayısı oldukça azdır. Bu yıllardır böyle. Yazmadan geçemedim.
THY’nin İstanbul’dan kabul edilebilir bir gecikme ile kalkan uçağı ile Berlin’e geldik. Uçaktan indikten sonra, İstanbul Havaalanı kadar olmasa da, oldukça uzun bir yürüyüşten sonra pasaport kontrolu için sıraya girdik. Bir rastlantı sonucu karşılaştığım ünlü bir oyuncumuz ve yine ünlü bir yönetmenimiz ile birlikte bekliyoruz. (İsimlerini yazmayacağıma söz verdim, kimse kusura bakmasın) Sıra derken yanlış anlaşılmasın, pasaportumuzu gösterip ülkeye girmemiz bir saatten fazla zaman aldı. Bekledikçe insan haklı olarak sıkılıyor, yoruluyor. Oyuncumuz neden kimsenin protesto etmediğini sordu. Protestonun bir faydasının olmayacağını anlatmaya çalıştım. Almanya artık yabancıların ülkeye gelmesine çok sıcak bakmıyor. Ülkenin bütün sorunları unutuldu, şimdi herkes Almanya’ya sığınmacı olarak girmeye çalışan yabancıları tartışıyor. Daha iki yıl önce Ukrayna’dan gelen bir milyona yakın insan unutuldu gitti bile. Çünkü onlar Hıristiyan.
Neyse, sıra bize geldi. Hepimize ahret soruları sordular, dönüş biletimizi göstermemizi istediler, sonra da bizi ülkelerine buyur ettiler. Biz Almanlara vize uygulasak, sınırda da bir saat boyunca bekletsen nasıl olur acaba? Siz siz olun eğer Almanya’ya gidecekseniz yanınıza gırtlağı kuvvetli, ağladığı zaman yeri göğü inleten bir bebek alın. Çocuklu ailelere öncelik tanıyorlar ve sıradan çıkartıyorlar.
Unutmadan yazayım. Uçakta bir sürü saç ektirmiş yolcu vardı. Acaba Türkiye’de film çekecek ekiplere “ücretsiz saç ektirme” teklifi mi yapsak?
Festivalin biteceği gün seçim var
Almanya’ya girmeyi başardığımıza göre şimdi Berlin Film Festivali’nden söz etmeye başlayayım. Burada kan gövdeyi götürüyor. 23 Şubat’ta, yani festivalin sona erdiği gün, Almanya’da seçim yapılacak. Seçimden sonra da uzun ömürlü bir hükümetin kurulması oldukça zor görünüyor. Hıristiyan Demokratlar’ın en fazla oyu alacakları kesin gibi, ancak kiminle koalisyon yapacakları sorusuna kimse cevap veremiyor. Aşırı sağcı/Neo Nazi Almanya için Alternatif Partisi’nin oyların yüzde 21’ini alacağı tahmin ediliyor, ama onlarla da kimse hükümet kurmak istemiyor. Almanya için Alternatif Partisi ile ilgili ilginç bir bilgiyi de paylaşmalıyım. Partinin başbakan adayı lezbiyen ve LGBT grupları tarafından yüzde 37’ye varan oranda destekleniyor.
Önümüzdeki günlerde politik tartışmalar daha da ön plana çıkacak, bu da 75. yılını kutlayacak olan festival için büyük bir şanssızlık.
Otele geldim, televizyonu açtım. Bir program tanıtımı var: “Putin ve oligarkları”. Ama artık ABD’de de Trump ve oligarkları var. Ne olacak şimdi?
Tom Tykwer ışık saçıyor
Festivalin açılış töreninden önce açılış filminin basın için özel gösterimleri yapılıyor. Ancak açılış töreni bitene kadar film üzerine yazı yazmak yasak. Festivalin açılış filmi Tom Tykwer imzalı ‘The Light/Das Licht’, Türkçe çevirisi ‘Işık’. Tom Tykwer daha önce de filmleriyle iki kez (2002 ve 2009) Berlin Film Festivali’nin açılışını yaptığı için şimdilik üç açılış filmiyle bir rekora imza atmış görünüyor. Son 10 yılda 100 milyon Avro bütçeli ‘Babylon Berlin’ adlı televizyon dizisinde çalışan yönetmen, ‘Işık’ta günümüz Almanyası’nda oldukça sorunlu bir aileyi ele alıyor. Yönetmenin kendi yaşamından izler taşıyan filmde, hali vakti yerinde, 17 yaşında biri kız, biri erkek ikiz çocukları olan, ancak birbirleriyle neredeyse hiç konuşmayan, konuştukları zaman da birbirlerini dinlemeyen ve anlamayan orta yaşlı bir çift ile karşılaşıyoruz.
Gerçek hayatta yönetmen ve eşi de, Kenya’da bir kültür merkezi kurmak için çalışmışlar. Filmdeki anne de sürekli Kenya’ya gidiyor ancak inşa etmek istediği tiyatro için verilen fon iptal edilince sorunlar yaşıyor. 162 dakika ile oldukça uzun olan filmin ilk 25 dakikasında koşut kurgu ile filmin karakterlerini tanıyoruz. Bu bölüm gerçekten çok etkileyici.
Buraya bir parantez açmak gerek. Şimdi Suriye moda. Bir zamanlar Afganistan gözdeydi, sonra ülke Taliban’a teslim edildi, konu kapandı. Artık sadece Taliban’ın iktidara geldiği günün yıl dönümlerinde Afganistan’daki kadınların içler acısı durumuyla ilgili haberler yapılıyor.
Evet, Tom Tykwer de modaya uyuyor ve filmin 50. dakikasında gizemli bir Suriyeli kadın olan Farrah ortaya çıkıyor. Herkesin birbirinden habersiz, kendi hayatını yaşadığı, çocukların odalarına girmenin yasak olduğu evi çekip çevirmek görevi Farrah’a veriliyor.
Farrah (doğal olarak) bu tuhaf ailenin tüm fertlerinden daha donanımlı, daha mantıklı bir insan. Bir guru olarak da tanımlanabilir. Anneyle, babayla ve çocuklarla hiç üşenmeden ilgileniyor. En önemli silahı da kısa aralıklarla kuvvetli bir ışık yayan bir lamba. Bu lambanın karşısına oturttuğu aile bireylerine hayatlarında yeni bir sayfa açmalarını öneriyor.
Benim burada bir çekincem var, 1ilmi izleyen insanlar sokağa çıkıp dükkanlarda bu lambayı ararsa ne olacak?
Başroldeki ünlü oyuncu Lars Eidinger bir basın açıklamasında “Ülkenin yaşadığı sorunların nedeni narsist politikacılardır” demiş.
Filmin farklı okunabilecek ve değişik anlamlar çıkartılabilecek, oldukça şaşırtıcı ve ilginç bir finali var. Çok tartışma yaratacağı kesin. Almanların kafası şu sıralar zaten karışık. Tam da 23 Şubat’taki seçimlerden önce böyle bir filmi izledikten sonra ne yapacaklar, bilemiyorum.