Nereye gidiyoruz? Neden ansızın gergin bir ortama girdik?
20 Şubat 2025

Türkiye bundan 4 ay önce böyle değildi. Bugün yaşadığımız siyasi gerilimi yaşamıyorduk.

Durumundan şikayetçi olanlar yine şikayetçiydi, memnun olanlar da memnundu ama siyasi atmosfer bu denli yüksek basınçlı değildi.

Ne oldu da siyaset böyle gerildi?

Sorunun cevabı siyasette ve siyasi kavgalarda değil. Sorunun cevabı, İstanbul merkezli bazı adli soruşturma ve davalarda.

Bundan dört ay önceyi bugün hatırlamak bile zor ama Ekim ayında siyasi gündemin başlıca maddesi Cumhuriyet Halk Partisi içindeki aday çekişmesiydi. Tayyip Erdoğan iktidarı da bu çekişmenin keyfini sürüyordu; çünkü bu sayede CHP başta ekonomik zorluklar olmak üzere “halkın gerçek gündemi” dediği şeyi konuşsa bile kimse duymuyordu; varsa yoksa Ekrem İmamoğlu-Mansur Yavaş çekişmesi konuşuluyordu.

Derken Ekim ayının sonunda İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, PKK ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı ve Türkiye hızla bugünkü siyasi gündemine evrilmeye başladı.

Savcılığın operasyonu sonrası Özer terör suçlamasıyla tutuklandı, o tutuklanınca İçişleri Bakanlığı kaçınılmaz biçimde Esenyurt’a kayyum ataması yaptı.

Bu atama Ekrem İmamoğlu ve CHP açısından bir beka sorunu olarak algılandı; Ekrem İmamoğlu hazırda bekleyen artık adı paranoya mıdır, yoksa gerçekten temeli olan endişeler midir cevabı kime sorduğunuza göre değişecek kayganlıktaki bir zemine girdi.

Bu zemin İmamoğlu açısından İstanbul’da savcılığın Ahmet Özer soruşturmasına çeşitli yolsuzluk iddialarını da eklemesiyle ağır ağır kaygan olmaktan çıkıp daha sağlam bir zemine dönüşmeye başladı, bir süre sonra Beşiktaş’ın CHP’li belediye başkanına Ahmet Özer’le birlikte bir yolsuzluk operasyonu yapılıp o da tutuklanınca CHP’deki “aday kim olmalı” kavgası bir anda ortadan kalktı, partinin geri kalanı da hedefte Ekrem İmamoğlu’nun adaylığının engellenmesi olduğu kanaatine geldi.

CHP kendine hedef olarak İstanbul’un yeni Cumhuriyet Başsavcısını seçti, onu yüksek sesle ve ağır ifadelerle suçladı. Savcılık ise CHP’yi ve CHP liderini değil ama onların dile getirdiği eleştirileri yazan çizen savunan kişileri hemen “Terörle mücadele görevli kişiyi teröre hedef göstermek” suçlamasıyla gözaltına almaya, bazılarını tutuklamaya başladı. Arada savcılık Ekrem İmamoğlu için de bu konuda bir soruşturma başlattı.

Derken savcılık pek çok kişiye hala gerçeküstü gelen bir biçimde oyuncu menajeri Ayşe Barım üzerinden yeniden bir Gezi soruşturması başlatıp onu tutukladı.

Bunlar birleşince, endişeli zemin sadece CHP olmaktan çıkıp genel olarak “muhalif” diye adlandırılabilecek kesimlere de yayıldı. Genel olarak olan biten şeyler birer sıradan adli savcılık operasyonu olarak değil, bir büyün halinde iktidarın sertleşme politikasının bir belirtisi olarak algılanmaya başlandı.

Ekrem İmamoğlu’nun kendi bekasıyla ilgili endişeleri daha arttı, o bir basın toplantısıyla hakkında pek bilinmeyen eski bir davayı gündeme getirdi, o davadaki bilirkişiyi suçladı.

Bu suçlama üzerine anında savcılık soruşturma açtı. İmamoğlu kendi endişelerinin daha da doğrulandığını düşündü; partisi de onun gibi düşünüyordu artık.

CHP bunun üzerine taktik değiştirdi, adayını, daha doğrusu Ekrem İmamoğlu’nu bir an önce ilan etmeye, bu yolla İmamoğlu üzerinde bir koruma kalkanı oluşturmaya karar verdi.

Savcılık İmamoğlu için açılan iki soruşturmayı da davaya dönüştürdü. Ve böylece tırmanma devam etti, etti ve sonunda TÜSİAD’a kadar vardı.

Demokratik bir ülkede siyasi tartışmalar, hatta zaman zaman sertlik dozu yüksek tartışmalar olması normal elbette ama tartışmaların bir tarafında siyasi bir kişi değil savcının bulunması normal değil.

CHP’ye göre savcılık eliyle bir “darbe” yapılıyor. CHP lideri Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “Sen bu darbenin neresindesin” diye soruyor.

Pek çok kişiye göre basit ve temel ifade hakkı kullanımları bile suç soruşturmasına dönüştürülerek bir baskı ve korku ortamı yaratılıyor. 

Korkulmayacak gibi de değil zaten ortam, örneğin dün Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla aranan bir kişinin Suriye’de yakalanıp Türkiye’ye getirildiğini bizzat memleketin İçişleri Bakanı duyurdu, bir övünme vesilesi olarak.

Korku ortamıyla ilgili bir başka örnek şu: Ayşe Barım’ın avukatları tutukluluğa itiraz ettiler. İtirazları ilk derece mahkemesinde reddedilince bu kez konuyu Asliye Ceza Mahkemesine taşıdılar ve o mahkeme Barım’ın tahliyesine karar verdi. Bunun üzerine savcılık anında bir üst mahkeme olarak Ağır Ceza Mahkemesine başvurdu, tutukluluğun devamını sağladı. Ama hukukçular, savcılığın bu başvurusunun usul hukukuna açıkça aykırı olduğunu söylüyor, yani Ağır Ceza Mahkemesinin bu konuya bakamaması gerektiğini öne sürüyor. Fakat konu tartışılmıyor bile. Tartışılmadığı yetmezmiş gibi Hakimler Savcılar Kurulu da jet hızıyla Barım için tahliye kararı veren Asliye Ceza hakimi hakkında soruşturma açtı. (Eski dosyaları raftan indirip.)

Bu atmosfer, öyle azımsanmayacak bir toplum kesimi için artık bir paranoya değil fazlasıyla gerçek. Hükümete göreyse her şey normal ve yolunda.

Bir son örnek Adalet Bakanı Yılmaz Tunç. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras’ın konuşmasına en çok itiraz edenlerden biri o, çünkü Bakan Tunç’a göre Aras konuşmasında yargıya telkinde bulunmaya kalkıştı.

Bu bir görüş tabii ama Adalet Bakanı tarafından söylenince herhangi bir hukukçu görüşü olmaktan çıkıyor. Nitekim bakanın bu görüşünü beyan etmesinin ertesi günü İstanbul Başsavcılığı Ömer Aras için soruşturma başlattı. Ama o arada bakan görüşünü bir kez daha söyleme ihtiyacı duydu. Derken aynı görüşü dün sabah da Ak Parti Grup toplantısı öncesi etrafına gelen gazetecilere söyledi.

Ömer Aras bildiğimiz bir kez konuştu ve Adalet Bakanına göre “yargıyı etkileme suçu” işledi. Peki bakan üç kere konuşunca ne oldu?

Bu asimetrik durum da korku ve tedirginlik atmosferini besliyor ister istemez.

Fakat tabii dört ay önce yaşanan görece huzurlu ortamın yerine bu korku ve tedirginlik atmosferinin gelmesi, bu arada CHP içindeki adaylık tartışmasının iktidarın pek de hoşuna gitmemesi gereken biçimde tamamen sona erip Ekrem İmamoğlu’nun aday olarak belirmesi yeni bir durum.

Bütün bunlar bir üstün aklın önceden adım adım planladığı şeyler olabilir mi?

Benim aklım bu tür komplo teorilerine hiç ermez, hatta tam tersine böyle karmaşık ve içinde “üstün akıl” geçen şeyleri küçümserim ama şunu da biliyorum: Bizim ülkemizde siyaset ve siyasi mücadele başka her şeyden daha önemlidir, o yüzden gündelik hayatın minicik konuları bile siyasi kavganın konusudur, siyaset her alana temayüz eder.

Dolayısıyla bugün yaşadığımız bu ortamın da biz istesek de istemesek de, olan bitenin arkasında bir “akıllı tasarımcı” olsa da olmasa da kaçınılmaz siyasi sonuçları olacak.

Şöyle düşünün: Bir sonraki seçimin normal tarihi 2028 Mayıs ayı. Ama Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olmak isteyeceği, bunun için de Meclis’ten bir erken seçim kararı çıkartmaya uğraşacağını hepimiz biliyoruz, o yüzden seçimin 2027 sonbaharında yapılmasını bekleyen çok insan var.

Eğer öyleyse bile şu an 2025 Şubat ayındayız, daha seçim gününe (2027 sonbaharına) çok zaman var, en azından 32-33 ay.

Bugünkü gerginlik seviyesi bu kadar uzun süre taşınabilir mi? Enflasyonu düşürüp vatandaşa biraz nefes aldırmak ve bu arada hatırı sayılır dış politika başarıları elde etmek, ancak ondan sonra seçime gitmek isteyen Tayyip Erdoğan’ın da normalde işine gelmez 32-33 ay sürecek bir gerginlik.

Öyleyse neden bu gerginlik var? 

Cevabını son derece spekülatif, en azından benim için hiçbir bilgiye dayanmayan bir soruyla vereyim: Yoksa seçim sandığımız kadar uzakta olmayabilir mi?

ÇOK OKUNANLAR