Erdoğan’ın bir konuşmasına ilk defa bu kadar gönülden katılıyorum (Ama ihtiyatlı bir iyimserlikle)
26 Şubat 2025

Dün sabaha beni şaşırtan iki şeyle başladım.

Birincisi Serdar Turgut’un yazısıydı…

Başlığı şöyleydi:

“İsmail Küçükkaya ve Ertuğrul Özkök’e hiç katılmıyorum.”

Altında da şöyle bir ifade vardı:

“Bu bir mizah yazısı değil, çok ciddi bir yazıdır.”

Gerçekten de çok ciddi bir yazıydı.

Biri kafamı karıştırdı, öteki umutlandırdı

İkincisi ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir önceki gün Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yaptığı konuşmaydı.

Serdar’ınki “Paradigma kırıcı” bir yazıydı. Kafamı karıştırdı…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması da paradigma değiştiriciydi. 

O ise beni çok şaşırttı.

Bu iki paradigma değişimini düşünürken önümde  Fransa’nın Le Point dergisinin geçen hafta yayınlanan özel bir baskısının kapağı duruyordu.

Bir Fransız dergisinin kapağındaki dört isim

Başlığı şöyleydi:

“Yeni Dünya Düzeni…”

Üzerinde de 4 fotoğraf vardı.

ABD Başkanı Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan…

İlginç bir yeni dünya fotoğrafı…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasını okurken kendi kendime şunu dedim:

“Keşke Cumhurbaşkanı bu konuşmasını İsmail Küçükkaya’nın programına çıkmadan önce yapsaydı.”

Çünkü önceki sabah Halk TV’de yaptığımız sohbetin içeriğini çok etkileyebilirdi.

İsmail Küçükkaya’nın programında söylediklerim

Küçükkaya ile sabah sohbetimizde şunu söyledim:

“Bu başkanlık sistemi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre dizayn edilmiştir. O ayrıldıktan sonra Türkiye’de hiçbir güç bu düzeni devam ettiremez.”

Hala aynı düşünüyorum.

Bir de şunu söylemiştim:

“Güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı hükümet ‘sistemi’ bugün ‘rejime’ dönüşmüştür. ‘Sistem’ demokratik bir yapıyı anlatır. ‘Rejim’ kelimesi ise onun dejenere olmuş otokratik ve baskıcı halini ifade eder.”

Bu görüşümü de aynen koruyorum.

Otokratik başkanlık Türkiye’nin avantajı haline gelebilir mi?

Ancak Serdar Turgut dün özetle şu ilginç fikiri ortaya attı.

Dedi ki;

“Küçükkaya ve Özkök’ün dediğinin aksine bugün güçlendirilmiş hükümet sistemi, dünyanın içine girdiği bu yeni dönemde Türkiye’nin çok güçlü bir avantajı haline gelebilir.”

İşte bu cümle kafamı çok karıştırdı.

Gerçekten olabilir mi?

Bu sorunun yanıtını ararken bu defa önüme Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir gün önceki konuşması geldi.

Sanki belagat şehvetine esir düşmemiş bir niyet mektubu

Çok önemli bir konuşma.

Entelektüel dozu çok iyi.

Bildiğimiz o belagat şehvetinin vuruşlarıyla hiç lekelenmemişti. 

Çok mantıklı ve ikna edici bir içeriği vardı.

Ve en önemlisi, hem Türkiye’ye hem Avrupa Birliği’ne yepyeni bir yol haritası öneriyordu.

Konuşma uzun ama size özünü kısa ve net ifadelerle aktaracağım.

Beş maddede Cumhurbaşkanı bize ve Avrupa Birliğine ne diyor

Cumhurbaşkanı diyor ki;

(*) Önümüzde yepyeni bir dünya var.

(*) Dünya aşırı sağa kayıyor, ırkçı siyasetler ve “Aşırı sağcı demagoglar” yükseliyor.

(*) Demokrasiler geriliyor, otoriterlik artıyor.

(*) Böyle bir gidişatta Türkiye dünyaya iyi gelebilecek yeni bir çözüm sunabilir.

(*) AB’yi içine düştüğü çıkmazdan ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği  kurtarabilir.

Beş maddede özetlediğim bu konuşmanın beş maddesine de yürekten katılıyorum.

Dikkatimi çeken üç kelime: Aşırı sağcı demagoglar

Konuşmada en dikkatimi çeken şeylerden biri şu üç kelimeydi:

“Aşırı sağcı demagoglar…”

Yani Avrupalı aşırı sağcı siyasetçilerin “Belagat şehvetinden” şikayetçi..

Acaba bu sözler Cumhurbaşkanının bundan böyle içerdeki konuşmalarda da dış politikayı iç siyaset amacıyla bozmayacağı konusunda bir teminat olabilir mi?

Çünkü son yıllarda dış politikamız maalesef seçim meydanlarında başka ülkelerin liderleri için kullanılan ağır ifadeler nedeniyle çok kötü etkilenmişti.

Hızla bozulan dünyada tek “safe heaven” Avrupa Birliği

Bence, sözlerinde samimiyse bu “Erdoğan’ın 2004 yılında tam üyelik müzakerelerinin başlangıcındaki fabrika ayarlarına dönüşüdür.”

Şuna inanıyorum:

Bugün dünya siyaseti iğrençleşiyor, ama daha önemlisi dünyanın bütün ülkelerini tehdit edecek tehlikeli bir hal alıyor.

Böyle bir dünyada yine de tek “safe haven”, yani sığınılacak güvenli bölge Avrupa’dır.

Onun değerleridir.

Onun coğrafyasıdır.

Allaha dua ediyorum ki, Cumhurbaşkanı bu sözlerinde samimi olsun.

Çünkü maalesef, samimiyetine güvenmememe neden olacak çok olay yaşadık son yıllarda.

Hakan Fidan’ın sözünü ettiği ‘Altın yıllar’a dönüş vaadi mi?

Ancak bu defa AB ile ilişkilerin yeni bir açılıma doğru giden bir hükümet politikası olabileceğine dair başka işaretler de var.

İlk işaret, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 2024 yılının son günü France 24 kanalına verdiği bir mülakatta gelmişti.

Fidan, Türkiye’nin Sarkozy öncesinde yani 2004 ile 2007 arasında AB ile ilişkilerini “Altın yıllar” olarak niteledi. 

O gün gün Türkiye’de başlayan ve devam eden “Reform politikalarını” övdü. 

Fidan, ‘Sarkozy öncesi altın yıllara dönmeliyiz’ derken neyi kastetti?

Ve en önemlisi şunu söyledi:

“Tekrar Sarkozy öncesi çizgiye geri dönmeliyiz…” 

Dikkat edin “Dönmeliyiz” dedi.

Yani siz de biz de dönmeliyiz diyor.

Ben bunu şöyle okuyorum:

“Biz de o reform çizgisine dönmeliyiz.

Dış politikada ‘Belagat şehveti’ dönemi kapanıyor mu?

Hakan Fidan’ın çok önemli bulduğum bir cümlesi daha var.

Suriye ile ilgili şunu söylüyor:

“Süreci ne Türkiye, ne İran ne de Araplar domine etmemelidir.”

Ben bu sözleri de dış politikanın artık “Belagat şehvetine” kurban edilmeyeceği şeklinde yorumlamak istiyorum.

Yani dış politikada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şikayet ettiği “Demagoglar” arasında olmayacağız. 

Kim kimi kurtaracak, biz mi Avrupa’yı Avrupa mı bizi?

Ancak bu yeni paradigmada çok hassas bir noktaya da dikkati çekeyim.

Tam üyelik sürecine böyle tarihi bir dönüş, sadece Avrupa Birliğini kurtaracak bir şey değil.

Aynı zamanda Türkiye’yi de kurtaracak bir şey.

O nedenle bu yeni sürece bakışın espirisini ve psikolojisini böyle iki yönlü görmekte yarar var.

Yoksa bu süreç yürümez.

Çünkü bu konuşmada bir boşluk var.

Dünya kötüye giderken biz iyiye mi gidiyoruz?

O boşluk da şu sorunun cevabı:

Dünya böyle bir yere giderken biz nereye gidiyoruz?

Daha açık sorayım.

Dünya kötüye giderken biz iyiye mi gidiyoruz?

Yani bu konuşmada açıklanan Avrupa Birliği’ne yönelik bu yeni niyet mektubunun içerdeki amacı ne?

Onu da çok ciddi konuşmalıyız.

Dünyada demokrasi güçlenirken içeride otoriter rejimi takviye etmek mi?

Bu açılımın amacı ne?

BİR; AB’ye açılırken, reformları yeniden uygulamaya koyup, Başkanlık rejimini demokratik bir sistem haline getirmek mi

İKİ; Yoksa dışarıya karşı güçlü bir oyun kurucu haline gelirken, içerde de bu dejenere olmuş güçlendirilmiş başkanlık rejimini tahkim edip,  ömrünü  yine baskıcı bir rejim olarak uzatmak mı?

Eğer ikincisiyse, ondan ne Avrupa’ya ne dünyaya ne de Türkiye’ye hayır gelir.

Demirtaş ve Kavala içerdeyken bu konuşmanın anlamı olur mu?

Onun için de işe mutlaka ve mutlaka yargıdan başlamak gerekiyor.

Hem de hemen şimdi…

Selahattin Demirtaş’ların, Osman Kavala’nın, Gezi tutuklu ve hükümlülerinin, Can Atalay’ın durumlarını ele alarak.

Dün AB’ye gönderilen yeni niyet mektubu ancak bu böyle uygulamalarla itibar ve anlam kazanır.

Yani yargı, yargı, yargı…

Çünkü yargı hepimizin güvenini tekrar kazanacak bir tarafsızlığa gelirse, arkasından insan hakları ve demokrasi de gelir.

Şimdi Le Point dergisinin kapağına yeniden bakalım

İşte tam bu noktada Le Point dergisinin kapağına bir daha baktım.

Eminim bu kapak hem Cumhurbaşkanının, hem de  iktidara yakın bazı kişilerin çok hoşuna gitmiştir.

Evet Yeni Dünya Düzeni’nde böyle bir fotoğraf karesine girmek Türkiye açısından güzel bir şey olarak görünebilir.

Ama gerçekten güzel mi?

Bir de büyük fotoğrafa değil vesikalık fotoğrafa bakalım

Fotoğrafta görünen liderlerin hepsi aşırı otoriter.

Baskıcı.

İfade ve düşünce özgürlüklerine karşı.

Sizce bu, albümünüzün güzide yerine koyabileceğiniz güzel bir “Aile fotoğrafı mıdır”

Bence bu övünülecek bir fotoğraf değil.

O nedenle böyle bir aile fotoğrafı değil, tek kişilik bir dergi kapağı hayal ediyorum ben. 

Erdoğan’ın hedefi böyle bir bir aile fotoğrafı olmamalı

Kendi payıma, tek kişilik bir kapak fotoğrafı hayal ediyorum.

Böyle bir derginin kapağına, o üç liderden  farklı, özgürlükçü bir sicille girmenin hem dünya hem Türkiye için  çok daha etkili ve güzel olacağını düşünüyorum. 

Dünyanın en önemli dergilerinin kapağına “Yeni Dünya Düzeninin” otokrat  ve baskıcı bir üyesi olarak değil;

Demokrasiyi, İnsan Haklarını, adaleti savunan bir “Yeni Dünya düzeni” aktörü olarak kapağa girmeyi kastediyorum.

Başka halkları mutlu ederken kendi halkının yarısını bedbaht etmek olur mu?

Serdar Turgut’un yazısına bir defa daha bu gözle baktım.

Umarım  Cumhurbaşkanı da bir kerelik böyle bakar.

Çünkü şöyle bir duruma düşmek de ihtimal dahilinde; 

“Dünyayı kurtarayım” diye uğraşırken, kendi halkının yarısını bedbaht eden bir lider haline gelmek.

Dışarda otoriterliği, aşırı sağa gidişi, diktatörlüğü eleştirip, içerde despotça davranmak, insanları yargı yoluyla susturmaya, sindirmeye çalışmak hem kendisinin hem Dışişleri Bakanının bize anlattığı, güzel Avrupa Birliği hikayesine uymaz. 

İyimserim ama artık iflah olmaz bir iyimser değilim

Netice…

Cumhurbaşkanının bu konuşması, önceki sabah İsmail Küçükkaya ile yaptığımız sohbetten önce gelseydi, yayında bunları da söylerdim.

Ben iflah olmaz bir iyimserdim.

Ama son yıllarda yaşadıklarımdan sonra artık iflah olur bir iyimser haline geldim.

O nedenle son sözüm şu olacak:

Cumhurbaşkanının bu konuşmasını ihtiyatlı bir iyimserlikle çok yapıcı ve umut verici buldum.

Ve 2007 sonrasında ilk defa söylediklerinin yüzde 100’ün katılıyorum.

ÇOK OKUNANLAR