Şöyle söylemek hiç abartı değil: 60 yıllık ömrümde, İnsan. Hakları Evrensel Bildirgesi veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bana hak olarak tanıdığı şeylerin tamamına birden sahip olup onların tadını çıkardığım tek bir gün bile olmadı.
Bu dediğim şahsi olarak sadece bana ait bir durum değil. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde yaşayan hiç kimse hiçbir zaman bu hakların tadına tam olarak varmadı. Her zaman haklarımızdan eksik yararlandık, zaman zaman belki gevşemeler, haklarda genişlemeler oldu ama o dönemlerde de tamamına sahip olamadık o hakların. Son 8-10 yıldır bu hakların yeniden daralmasına hem de fena halde daralmasına tanık oluyoruz.
Bu nadiren yaşanan genişlemeleri de, çoğunlukla yaşadığımız daralmaları da bize yaşatan adına “devlet” dediğimiz varlıktır.
Devlet, tabii soyut bir varlık, temelde bir fikir. Bu soyut varlık, her dönem farklı gruplar veya kişiler eliyle somutlaşır, elle tutulur, sesi duyulur, etkisi hissedilir hale gelir.
Çok kabaca söyleyecek olursak 2016’da yaşadığımız 15 Temmuz darbe girişimine adar temelde devlet fikrinin sahibi Türk Silahlı Kuvvetleri’ydi. Evet son yıllarında bir hayli zayıflamıştı TSK’nın devlet üzerindeki tayin edici rolü ama yine de temsiliyet oradaydı.
15 Temmuzdan sonra ise devletin temsili Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli’ye geçti. Devlet, artık onlar ve bir süre daha da onlar olarak kalmaya devam edecek. İktidarda kim olursa olsun.
Bu devletin, tarih boyunca bizim temel hak ve özgürlüklerimizi inkar etmesi, onları kısıtlaması için bahaneleri oldu. Bu bahanelere katılabilirsiniz, katılmayabilirsiniz, burada önemli olan bunların “bahane” olduğunun görülmesidir. Devlet, kendi varlığını tehdit ettiğini düşündüğü durumlar yaşadığında bu “bahane”lerin arkasına sığınır.
“Beka endişesi” dediğimiz bu tehditlerin en uzun ömürlüsü, belki de en şiddetlisi, 40 yılı aşkın süredir devam eden silahlı PKK isyanı oldu.
PKK’nın varlığı, bir yandan evet devleti kurulduğu günlerden beri varlığını inkar ettiği “Kürt realitesi”ni görmeye mecbur etti ama bir yandan da o Kürtler başta olmak üzere hepimizin temel haklarının kısıtlanmasının en büyük bahanesi oldu.
Elbette, devletimizin “Dağda karlar üzerinde yürürken çıkarttıkları kart-kurt seslerinden ötürü onlara Kürt adı takılıyor” deme seviyesinden bugün “Benim Kürt kökenli vatandaşlarım” seviyesine gelmesi sembolik olarak çok önemli. Ama bu inkarın bittiği anlamına gelmez. Çünkü dünkü devlet de öyleydi, 2016’dan beri karşımızda duran devlet de aynı: Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama Kürt olamazsınız; bir nokta gelir, Kürt olarak, o kimlikle varolmanız imkansızlaşır. ‘İnkar’ın seviyesi eskisine göre çok farklıdır belki ama temelde hala inkar devam eder.
Bunun bahanesi de PKK’dır. Yeniden hatırlatıyorum: Bir şeyin adının “bahane” olması onun gerçek olmadığı anlamına gelmez.
Geçen hafta perşembe günü DEM Parti heyeti İmralı’dan döndü ve Abdullah Öcalan’ın çağrısını Türkiye’ye ilan etti. Evet, Öcalan daha önce en az iki kez kamuoyuna da açık biçimde PKK’ya kendini feshetme çağrısı yaptı ama bu seferki farklı sanki. Çünkü kurucu liderinden 25 yıl sonra örgütün kendisi de galiba “anlamsız”laştığını fark etmeye başladı.
Her neyse, PKK’nın ne yapacağından bağımsız bir başka gelişme yaşandı hemen o çağrının ardından. MHP lideri Devlet Bahçeli, DEM Parti’nin eş başkanı Tuncer Bakırhan’ı aradı, “Bu ülkeyi birlikte demokratikleştireceğiz” dedi. Bana bu cümle Öcalan’ın çağrısından çok daha önemli bir cümle gibi geldi. Aynı Bahçeli’nin ertesi gün de Selahattin Demirtaş’ı telefonla aradığı ortaya çıktı. Bunlar çok önemli sembolik hareketler. Bu telefonları açan herhangi bir kişi değil, bir anlamda devletin eş başkanı, unutmayın.
PKK’nın kendi kendine buharlaşması için gereken kritik kütleye ve ana geldik mi, kestirmek kolay değil. Öcalan’ın çağrısına rağmen PKK ve Suriye’deki YPG açısından hiçbir şeyin değişmemesi, her şeyin eski tas eski hamam devam etmesi olasılığı var elbette.
Ama şunun bilinmesinde fayda var: PKK dediğimiz örgüt bir yanıyla devletimizin son büyük bahanesi bizim temel hak ve özgürlüklerimizi kısıtlamada. O bahane ortadan kalktığında ne Osman Kavala’yı ve Ayşe Barım’ı ne de Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutmaya devam etmenin bir bahanesi kalır. Ne tweet attı diye insanların kapısına polis yollamanın bir bahanesi olur ne hükümeti eleştirdi diye TÜSİAD’ı kollarında polislerle sorguya çekmenin.
‘Terörsüz Türkiye’ aynı zamanda “Özgür Türkiye” anlamına gelir.
Devlet Bahçeli bunun farkında.