Birkaç ay önce eski patronum Aydın Doğan benden ona Google’ı anlatmamı istediğinde oturdum düşündüm.
Aydın Bey, sanayi çağı insanı. Eliyle tutabildiği, gözüyle görebildiği, bir fabrikada üretilen ve fonksiyonu belli olan şeyleri kolayca anlıyor. Şimdi bu yaşında bilgi çağını, o çağın değer yaratma mekanizmasını, o çağın medyasını ve o medyanın içinde yaşadığı ekonomik ortamı da öğrenmek istiyor.
Google’ı anlatmak için önce interneti anlatmak gerek.
İnternet, başka her şeyden önce dağınık bir yapı demek. Dağınıktan kasıt, internetin bir merkezinin olmaması, yerel merkezlerinin bile olmaması, burada dolaşan “bilgi”nin potansiyel olarak dünyada yaşayan insan sayısı kadar kaynak tarafından “oraya” konması demek.
Oysa insan hayatta her konuda düzen ister. Ortada bir düzensizlik varsa bile onu hemen kendi beyninde düzenli kılmaya çalışır. Bize bu karmaşık dünyada bir “düzen” hissi verdiği için köşe yazılarını ve haberleri okuruz örneğin; o sayede havada uçup kaçan şeyleri kafanızda bir şablona, bir yere oturturuz.
Google, bu karmaşık internet düzenine kendince ‘düzen’ getiren buluşun ve o buluşu yapan şirketin adı. Darma dağınık bilgiyi, hangi konuda olursa olsun bizim için derleyip toplayıp bir araya getiren yer.
İşini iyi yapıyor mu, sahiden anlamlı bilgileri mi bizim önümüze getirip sıralıyor her zaman tartışmalı ama bu işi yapma iddiasında olduğuna kuşku yok.
Google, aslında dünyada yaşayan insanların çoğu için internetin ta kendisi. Çoğumuz açıp internete girdiğimizde bunu Google’a sorduğumuz bir soruyla yapıyoruz.
Diyelim bir yemek tarifi mi arıyoruz; bilinen, hatta çok tanınan yemek tarif sitelerine gitmek yerine onu Google’a soruyoruz. Çünkü aslında o yemek sitesinin kendisi de son derece karmaşık, içinde aradığınız tarifi bulmak belki iki üç adımda yapabileceğiniz bir şey. Oysa Google’a doğrudan sorduğunuzda aynı soruya 50 farklı alternatif cevap (farklı farklı sitelerdeki sayfalar) alıyorsunuz. Aradığınız şeye iki adımda ulaşıyorsunuz.
Bir son dakika gelişmesini işittiniz, ayrıntıları mı merak ediyorsunuz? Bunun için de çok tanınmış güvenilir bir haber sitesi yerine Google’a soruyorsunuz, ancak ondan sonra bir haber sitesine giderseniz gidiyorsunuz. Aynen yemek tarifindeki gibi.
Bu anlamda Google’ın internetin bizatihi kendisi kadar önemli bir buluş olduğunu kabul etmeliyiz.
Tabii, Google’ın mucidi olan sahipleri bu müthiş buluşlarını paraya ve dev bir güce çevirmeyi de bilen insanlar.
En basiti şu: Arandığında bulunmak, hatta en önce bulunmak isteyenler Google’a para veriyor, arama sonuçlarında en üst sırada gözükme imkanı elde ediyor. Bu imkan sayesinde web sitelerine veya ilgili sayfalarına insanların gelmesini sağlıyorlar.
Google’ın temel gelir kaynaklarından biri bu. Yani bizler karşımıza çıkan arama sonuçlarının en iyiyi değil en çok para vereni gösterdiğini biliyoruz. Eh, tabii Google bir amme hizmeti değil, o yüzden bu durumu kabullenmiş durumdayız.
Google, arama gelirlerini arttırmak için dünyada daha fazla internet sayfası olmasını teşvik ediyor. Ne kadar çok sayfa olursa, o kadar çok kişi arama sonuçlarını manipüle etmek, kendini öne çıkarttırmak için Google’a para verecek çünkü.
Çok sayıda internet sitesi ve sayfası yapılmasını teşvik eden Google, ezici bir çoğunluğu bireyler olan bu site sahiplerine gelir de vaad ediyor; diyor ki ‘Sitende reklam yayınla, yeterince trafik gelir o reklamları görürse para kazanırsın.’
Bu sebeple evinde oturup internete bir takım içerikler koyup para kazanan insan hikayeleri görüyoruz sürekli. Sanıyoruz ki herkes “influencer” olabilir, milyonları bu sayede cebe atabilir. Oysa öyle değil işte. Neyse bu bir bahsi diger. Dönelim biz ana konumuza.
Siteye reklam almak için Google’ın ‘Ad Sense’ diye bir programı var. Google aramalarına reklam vermek için zaten bir Ad Sense hesabınız olması lazım. Aynı hesap üzerinden sitenize reklam da alabiliyorsunuz, başka sitelere kendinizi tanıtan reklamlar da koyabiliyorsunuz. Bunlar Google arama reklamlarından farklı, hani herhangi bir siteyi açtığınızda karşınıza çıkan reklamlar var ya, onlar.
Böylece Google, aynı anda hem bütün internet trafiğini yönlendiren, o trafiğin giriş kapısı; aynı anda o trafikten elde edilecek kazancın dağıtım mekanizması; aynı anda hem remlamvereniniz hem de reklamınızı verdiğiniz yer haline geliyor. Google olmadan internette ayakta kalmanıza imkan yok, ona dibine kadar bağımlısınız. Bu, bütün dünya için böyle.
Aydın Bey, uzun yıllar boyunca medya patronluğu yapmış bir insan, bu anlattıklarımı dehşet içinde dinledi, “Olur mu öyle şey” diye itiraz etti, gazete olarak doğrudan reklamverene gidip, yani aradan Google’ı çıkartıp reklam neden alınmadığını sordu.
Hiç alınmıyor değildi, alınıyordu ama eski zamanların reklam cirolarını unutmuştuk çoktan. Aslına bakacak olursanız ülke genelinde (sadece Türkiye değil, bütün dünyada bu böyle) reklam yatırımları artmaya devam ediyordu ama reklamların yayınlandığı mecralar konusunda haber medyası eski tekel konumunu neredeyse tamamen kaybetmiş, uzak beşinciliğe veya dördüncülüğe düşmüştü.
Bu reklam dediğimiz şeylerin ezici çoğunluğu mobil ve konsol oyunlarında yayınlanıyor. Onları YouTube içerikleri izliyor. Bunu sosyal medya mecraları takip ediyor. Online alışveriş kanalları ve siteleri önemli birer reklam mecrası. Ve dördüncü sırada haber olmayan içeriklerin yayınlandığı bloglar vs diğer tür internet siteleri var. Ancak onlardan sonra haber medyasına sıra geliyor.
Türkiye’den söyleyeyim: Yazılı haber medyasının (internet siteleri ve gazeteler) toplam reklam cirosu, eskiden küçümsenen Outdoor’dan bile daha az artık.
Bu anlattıklarımı dinleyen Aydın Bey, “Yok” dedi, “Bu iş yapılmaz.”
Gerçekten de yapılmaz.
İşin televizyon kısmı bir tarafa, yazılı basın Türkiye’de gelirsiz kalmış durumda. O yüzden geçen gün GazeteDuvar’ın kapanması, dün 9 ayrı bağımsız medya kuruluşunun ortak bildiri yazması boşuna değil.
Biz 10Haber’de farklı bir gelir modelini Türkiye’de temsil eden yegane web sitesiyiz; dünyada onlarca başarılı örneği var, okuyucunun abonelik bedeli ödeyerek okuduğu haber sitelerinin ama biz de henüz kafamızı kaldırabilmiş, gazeteciliğimiz okurdan gelen abonelik ücretiyle finanse edebilir hale gelmiş değiliz.
Ama yine de bizim 10Haber’de bir farkımız var: Göbeğimiz Google ile bağlı değil, dolayısıyla Google bilerek veya bilmeyerek bir musluğu kıstığında bizim hayat damarlarımız birden bire kesilmiyor. Nitekim, sadece ortak bildiri yapan 9 kurumu değil Sabah, Hürriyet, Milliyet dahil iktidara yakın medyayı da çok sert etkileyen Google’ın algoritma değişikliğini biz burada hissetmedik bile.
Ama tabii yanlış bir şey söylemiş olmayayım, gerek o bildiriye imza atan 9 kurum, gerekse imzacı olmayan ama yayınlarından Google’dan şikayetçi olduğunu anladığım diğer kurumların yanında biz çok küçüğüz; algoritma değişikliğini o yüzden hissetmemiş olabiliriz.
Fakat mesele şu: Onların “büyüklüğü” de belki bir illüzyon. Google’dan gelen trafikle büyük oluyorsunuz, o trafik kesilince veya aksayınca da o kadar büyük kalamıyorsunuz.
Yukarıda bir yerde, belirsiz bir varlık bir karar alıyor ve sizin hayat damarlarınız birden bire kesiliveriyor, kendinizi bir böcek, bir karınca gibi hissediyorsunuz birden bire. Bu feci bir şey.
Bu konu sadece medyayla sınırlanmayacak kadar önemli bir konu aslında. Son okuduğum kitabın etkisindeyim, o yüzden medya siteleriyle Google’ın ilişkisini biraz toprak ağası ile marabaların ilişkisine benzetiyorum o yüzden.
Gelin, yarın biraz penceremizi genişletelim, bu meseleye ‘Tekno-Feodalizm’ kavramı üzerinden bakmaya çalışalım.