YA ROBOTLAR DÜNYAYI ELE GEÇİREMEZSE?
Sanal Ülke (The Electric State)
Biraz 90’lar nostaljisi, biraz distopya, biraz robotlar-insanlar savaşı, bolca dostluk… Kulağınıza ilgi çekici geldiyse hemen Netflix’teki eğlenceli retro-fütüristik film ‘Sanal Ülke’ye (The Electric State) doğru yol alınız. Film sizi buradan yakalayamadıysa başrollerinden yakalayabilir: ‘Stranger Things’in Eleven’ı Millie Bobby Brown ve ‘Parks and Recreation’la kalbimizde taht kurmuş Chris Pratt. Esasında başrolleri ikiliyle sınırlı tutmak, onlardan rol çalan robot yoldaşlarına haksızlık olur. Filmi Simon Stålenhag’ın resimli romanından uyarlayan ekip, Marvel evreninde birlikte çalışan ekibin ta kendisi. Senaryoda Christopher Markus ve Stephen McFeely, yönetmen koltuğundaysa Anthony ve Joe Russo kardeşler var.
90’lı yıllardayız. İnsanların kendi işlerini kolaylaştırmak için ürettiği ve hayli geliştirdiği robotlar bir süre sonra ayaklanır, özgürlük isyanları başlatır. İnsanlar ve robotlar arasında çıkan savaşı bitirense girişimci Ethan Skate (Stanley Tucci) olur. Ethan, robotların mekanik gücüne karşı narin kalan insanları yine robotik bir sistemle güçlendirmenin yolunu bulur.
Buna göre insanlar zihinlerini robotlara aktarabilmektedir, tek yapmaları gereken VR (sanal gerçeklik) gözlüğü takmaktır. (Bu açıdan film size, yine Netflix’te yayınlanan ve hızla popülerleşmiş ‘Cassandra’yı anımsatmış olabilir.) Robotları yenen ve belli bir bölgeye süren insanlar bu teknolojik gelişmeye o kadar kapılmıştır ki bedenleri hareketsizce, bir çuval gibi durmakta, zihinlerinin aktarıldığı robotlar hareket etmektedir. (Bu da zihninize ‘Wall-E’ filminden kareleri getirmiş olabilir.)
Makyajın altında bir macera filmi
Ana karakterimiz Michelle’se (Millie Bobby Brown) bu toplumsal dönüşüm içinde bir aile trajedisi yaşamıştır. Geçirdikleri araba kazası sonucunda ebeveynlerini ve oldukça zeki olan kardeşini kaybeden Michelle, koruyucu ailelerin yanında travmalarıyla başa çıkmaya çalışmaktadır. Ancak bir gün, robotların yasak olduğu bu yeni düzende karşısına popüler çizgi film karakteri Cosmo’yu andıran bir robot çıkar. Cosmo (Alan Tudyk), kardeşi Chris’ten (Woody Norman) başkası değildir ve birlikte, Chris’in insan bedenini bulmak üzere yolculuğa çıkarlar.
Yolda, robot-insan savaşında askerlik yapmış Keats (Chris Pratt) ve onun yoldaşı robot Herman’la (Anthony Mackie) karşılaşırlar. Keats artık bir hurdacı ve kaçakçıdır. Ekibimiz Chris’in bedenini bulurken Ethan Skate’in yarattığı bu soğuk ve duygusuz dünyayı düzeltmenin de bir yolunu bulurlar, ancak bunun için Michelle, kardeşiyle ilgili çok önemli bir sınav vermelidir. Hikâyenin geldiği noktada robotlar ve insanlar çatışması, “Robot da olsa insan insandır”a bağlanıyor ve asıl düşmanın insan görünümlü kalpsizler olduğunu hatırlatıyor.
Film hem geçmiş zamanda geçmesi hem de robot istilası gibi bir teması olmasıyla retro-fütüristik olarak tanımlanabilir. Filmin başında 90’lı yıllardan gerçek kesitlere de yer veriliyor, ama filmin olay örgüsüne yedirildikleri için gerçek geçmiş ile alternatif bir dünyanın geçmişi iç içe geçiyor. Mesajıysa belli: Teknoloji, özellikle de sanal gerçeklik ve yapay zekâ gibi günümüz teknolojileri, yanlış ellerde insanlığın tür olarak değil ama toplumsallık olarak sonunu getirir.
Film muzip havasının altında, ailevi bağlara odaklanan bir duygusallık da taşıyor. Ancak ilgi çekici başlangıcına, orijinal temaya, görsel atmosfere, harcanan milyon dolarlara ve iddialı kadrosuna rağmen keyifli bir macera filmi olmaktan pek öteye geçemiyor. Bu bir eksiklik mi? Ne beklediğinize göre değişir. Hafta sonu izlencenizden aksiyon, keyif, hafif de duygusallık bekliyorsanız Netflix’teki ‘Sanal Ülke’ beklentinizi fazlasıyla karşılayacak.
ÇOCUKLUĞU ÇALINMIŞ ÇOCUK-ADAMLAR
Adolescence
Netflix’te yayınlanan İngiltere yapımı ‘Adolescence’ dizisini anlatmaya nereden başlasak? Ortaokul çağındaki çocuklardan kırklı yaşlarındaki yetişkinlere kadar hedef kitlesi oldukça geniş bir mini dizi bekliyor sizi. Gençlerin bizzat deneyimlediklerini ebeveynleri nasıl algılıyor, daha doğrusu algılayamıyor, bu farklı perspektifleri sunan dizi sizi bir noktadan mutlaka yakalıyor. Jack Thorne ve Stephen Graham’ın elinden çıkan ve Philip Barantin’nin yönettiği dram türündeki dizi ‘katil kim’ temalı olsa da bunun fersah fersah ötesinde.
Bir kız çocuğu ölü bulunur ve şüpheli, aynı okula giden akranı 13 yaşındaki Jamie’dir (Owen Cooper). İlk bölümü Jamie ve ailesinin evinin basılmasıyla, Jamie’nin polis tarafından yaka paça götürülmesiyle açarız. Jamie küçücük ve savunmasızdır, o kadar ki yüzünden ta ekrana süt kokusu gelmektedir. Nasıl bir suç bu çocuğu bu kadar sert bir şekilde evden götürmelerine neden olabilir ki diye düşünürüz.
Suçu Jamie’nin işleyip işlemediğinden bağımsız, ikinci bölümün sonunda bir motivasyona ulaşıyoruz ve dizinin ayırt edici noktasına geliyoruz: Akran zorbalığı gibi görünen, ancak zorbanın zorba sayılmadığı bir durum. Hem zorbalayan hem zorbalanan Jamie ve merhum Katie, çok küçük yaşlara kadar inmiş ‘erkeklik’ meselesinin ve kadın düşmanlığının kurbanı. Yani mesele hayali erkeklikler, hayali kadınlıklar ve sonuç olarak, aşina mısınız bilmiyoruz, ‘red pill’ meselesi. Özetle bir çocuğun cinayetiyle ve ‘katil kim’ temasıyla başlayan dizi bizi toplumsal cinsiyete ve sosyal medyanın (her teknolojik gelişme gibi) kötü ellerde (filmdeki örnek Andrew Tate) nasıl kullanılabileceğine götürüyor.
Suç kime ne ifade eder?
Dizinin ayırt edici özelliklerinden bir diğeri, tekil bir vakayı/suçu farklı pencerelerden aktarması. İlk bölümde Jamie’nin karakolda tabi tutulduğu muayeneyi, telaşını, sorguya alınmasını yani prosedürleri izliyoruz. Memurlar için bunlar rutin eylemler. Ancak Jamie ve ailesi için oldukça sıra dışı olan bu olay bir felaket. Karakola sinen sıradanlık ile ailenin şaşkınlığı arasındaki tezat, tek plan çekimin etkisiyle daha çarpıcı hale gelmiş.
İkinci bölümde dedektiflerin Jamie’nin okulunda araştırma yapmasını izliyoruz. Öğrencilerden bazılarının bu cinayeti espri konusu haline getirdiğine tanık oluyoruz ve onların perspektifinden görüyoruz: Bir arkadaşımız ölmüş ve diğeri de şüpheli; ama çok da içselleştiremiyoruz çünkü bizim başımıza gelmedi.
Üçüncü bölüm suçun şüpheli/fail tarafını aktarıyor. Bizim gözümüz, oraya Jamie’yle konuşmak için giden psikoloğun gözü. Jamie’nin düşünce yapısını çözdükçe diziye dair toplumsal çıkarımları daha net yapabiliyoruz: Toplum baskısı (dominant bir erkek olmak) ile bireysel kaygılar (bir ergenin çaresizce onaylanma arzusu) arasında sıkışmışlık. (Eklemeden geçemeyiz, Jamie’yi canlandıran Owen Cooper ile Psikolog Briony’yi canlandıran Erin Doherty olağanüstü iş çıkarmış.)
Dördüncü ve son bölümde olaya nadir rastladığımız bir perspektifle, yani şüphelinin/failin ailesi gözünden bakıyoruz. Merhumun ailesinin gözünden baktığımız dram hikâyelerinden pek farkı yok aslında. Şüpheli Jamie’nin ailesi de bir nevi yas tutuyor, çünkü çocuğunu kaybetmiş sayılırlar. Çocuklarına olan sevgi ile insanlıkları arasında kalıyorlar.
Suçlu kim?
Katil Jamie’yse suçlu da Jamie mi? Bu nasıl bir soru diyeceksiniz, ama dizi bizi suçun tek kişilik olmadığını düşünmeye zorluyor. (Jamie’nin yaşı suçun toplumsal boyutuna geçişimizi kolaylaştıran bir öge.) Son bölümde Jamie’nin ebeveynlerinin diyalogu, esas suçlunun çocuğu iyi yetiştirememiş ebeveynler olup olmadığını düşündürtüyor. İkili arasında geçen diyalog bizi ebeveyn olmanın inişli çıkışlı hız treniyle tanıştırıyor: İyi anne/baba oldum, çocuğuma ailemin bana davrandığından daha iyi davrandım cümleleri ile neyi eksik/yanlış yaptım, daha iyisini/farklısını yapabilirdim cümleleri iç içe geçiyor.
Ama ebeveynleri de toplum şekillendiriyor, tıpkı çocuklarının iletişime girdiği diğer insanları da şekillendirdiği gibi. Jamie’nin akranları da toplumun parçası, internette tükettiği içerikler de toplumun bir parçası. O halde suçlu toplum mu? Her zaman, bir miktar. Toplum dediğimiz ise bizleriz, her birimiz. O zaman suçlu her birimiz miyiz? Kısmen.
Özetle ‘Adolescence’ son yıllarda içinde boğulduğumuz görüş kirliliğinin nelere neden olduğunu özetliyor. Şöhret, para, network kazanmak için kimleri nasıl etkilediğini önemsemeyenlerin çağını eleştiriyor film. Dizi bu anlamda hem didaktik hem de değil (bunu gözümüze sokmadan, bir cinayet hikâyesi üzerinden anlattığı için). Topluma ayna tuttuğuysa kesin. ‘Adolescence’ yalnızca dört bölüme sığsa da oldukça yoğun ve çarpıcı hikâyesiyle Netflix’te.
BEYAZLAR GÜLSÜN DİYE
Amerikan Büyülü Zenciler Birliği
Prime bizi keyifli bir hicivle, ‘Amerikan Büyülü Zenciler Birliği’ (The American Society Of Magical Negroes) filmiyle karşılıyor. (Filmin adında ‘zenci’ yerine ‘siyah’ kullanılması gerektiğini hemen fark etmiş olabilirsiniz ama bu bilinçli bir kullanım.) Kobi Libii’nin yazıp yönettiği film siyahilerin, ancak ve ancak beyazların optimum memnuniyette olduğu bir dünyada güvenle yaşayabilecekleri fikri (işin hiciv kısmı burada) üzerine kurulu.
Bir sergide beyaz sanatçılar içindeki tek siyahi olarak eserini sergileyen Aren’in (Justice Smith) kariyeri istediği gibi gitmemektedir. Ancak bunun bir önemi yoktur zira umudunu kestiği anda kendisine Roger (David Alan Grier) adlı bir başka siyahi adamdan iş teklifi gelir. ‘Amerikan Büyülü Zenciler Birliği’nden gelen adam, orada çalışanların kendilerini sokaktaki, ofisteki, hayatın her alanındaki beyaz insanları memnun etmeye adadığı bilgisini verir. Aren’ın içten gelen tevazusu ve her daim üzerinde taşıdığı çekingenliği bu iş için biçilmiş kaftandır zira beyazları memnun etmenin püf noktası asla onlardan rol çalmamaktır. Aren’ın ilk işi, kariyerinde sorun yaşayan bir beyazı eylemektir, ancak kısa süre sonra işi ile gönül işleri arasında kalır.
Bu birliğin çalışanları bir beyaza baktıkları anda onun memnuniyet seviyesini tespit edebilirler ve optimum memnuniyet düzeyinin altında bir beyaz gördüklerinde kendisine (onun haberi olmadan, âdeta bir koruyucu melek gibi) bu birlikten bir yardımcı atarlar. Bu siyahi yardımcı, mutsuz beyazın (yani büyülü birliğimizin müşterilerinin) karşısına iş arkadaşı olarak da çıkabilir kafe çalışanı olarak da.
Temsil yükü
Birliğin üyeleri müşterilerini mutlu etme görevini yerine getiremezlerse tüm birliğin başarısı düşer. Gerçek hayattaki meali: Belli yaftalamaların odağındaki gruplardansanız en ufak hatanız o gruptan olmanıza bağlanır; bu nedenle ortalama birinden daha iyi olmalısınız. (Siyahsanız ortalama bir beyazdan, kadınsanız ortalama bir erkekten…) Yoksa tüm topluluğun başını eğersiniz.
Filmin bu ilgi çekici teması aslında oyuncu Spike Lee’nin 2001’de Hollywood klişelerinden yaptığı bir tespite dayanıyor. ‘Sihirli/büyülü zenci adam’ şeklinde kavramsallaştırılan bu sinema klişesine göre hikâyelerde siyahlar yalnızca beyaz ana karakterin yancısı işlevi görürler. Bu siyahilerin beyaz ana karakterin özgüvenini yerine getirme, potansiyelini gerçekleştirmesini sağlama, onu aydınlatma gibi görevleri vardır. Sezgisel ya da metafizik güçleri olmasa da olur ama tercih sebebidir, çünkü bu onları daha otantik kılar. Bu şekilde anlatıldığında kafanızda bir şey belirmemiş olabilir, ancak birkaç örnek işinize yarayabilir. ‘Yeşil Yol’dan John Coffey, ‘Bagger Vance Efsanesi’nden Bagger Vance, ‘Matrix’teki Morpheus en klasik örneklerinden.
İşte ‘Amerikan Büyülü Zenciler Birliği’ bu klişeyi tiye alan ve Hollywood filmlerinden çıkarıp hayatın içine taşıyan bir yapım. IMDB puanı sizi yanıltmasın. Bu parlak fikir elbette daha iyi işlenebilirdi, ancak mesajını eğlenceli ve romantik komediye kayan bir şekilde verdiği için hafta sonu keyfini garantiliyor. ‘Amerikan Büyülü Zenciler Birliği’ beyazları memnun etmek üzere Prime’da müşterilerini bekliyor.