2005’te Paris’ten ayrılıp Londra’ya taşındığımda sıkça sorulan bir soruydu bu: “Paris mi, Londra mı?”
O zaman da söylemiştim: “Elma ile armut ne kadar farklıysa, Paris ve Londra da öyle.”
Bana göre, Londra, kuralların, düzenin, finansın ve küresel hareketliliğin merkeziydi; Paris ise sanatın, gastronominin, zarafetin ve nostaljinin şehri…
Ama şimdi fark ediyorum ki, bu kıyaslamaya İstanbul’u katmadan eksik kalıyorum.
Çünkü İstanbul, sadece bir şehir değil; bir imparatorluk başkenti, bir medeniyetler mozaiği, tarih boyunca Doğu ile Batı’nın buluştuğu, kavuştuğu ve kimi zaman çarpıştığı bir sahne. Bugün 25 milyona yaklaşan nüfusuyla tek başına birçok ülkeden daha büyük bir metropol.
Londra finansın, Paris sanatın başkenti olabilir ama İstanbul, bütün coğrafyanın kalbinin attığı bir bölgesel başkent. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Akdeniz havzasının tam ortasında, hâlâ ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda bir çekim merkezi.
Londra ne kadar düzenliyse, İstanbul o kadar kaotik. Paris ne kadar nostaljikse, İstanbul o kadar sürprizlerle dolu. Bir sabah Boğaz’ın sükûnetine uyanırsınız, ertesi gün Eminönü’nün keşmekeşi içinde kaybolursunuz. Ayasofya’nın binlerce yıllık ihtişamına dalarken, birkaç sokak ötede modern gökdelenlerin arasında yürürsünüz. Kapalıçarşı’da Osmanlı’dan kalma hanların gölgesinde pazarlık yaparken, birkaç kilometre ileride Nişantaşı’nda Avrupa’nın en lüks markalarının vitrinlerine bakarsınız.
Paris’in mutfağı rafinedir, Londra ise global mutfağın merkezidir ama İstanbul’da her lezzet iç içedir. Bir yanda Osmanlı saray mutfağının incelikleri, bir yanda Rum, Ermeni, Yahudi, Arap, Kürt ve Balkan mutfaklarının izleri… Bütün bunların üstüne, Fatih’in kuzu kellecileri, Üsküdar’ın ciğercileri, Karaköy’ün meyhaneleri eklenir. Sabah bir simitle başlayan gününüz, akşam Boğaz’da balık ve rakıyla devam edebilir.
Etnik, dini ve kültürel çeşitlilik açısından da İstanbul, Avrupa’nın hiçbir şehriyle kıyaslanamaz. Burada onlarca etnik grup, yüzlerce yıllık geçmişiyle var olmaya devam ediyor. Türkler, Kürtler, Arnavutlar, Çerkesler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler… Bir caminin yanında kilise, onun biraz ötesinde bir sinagog görmeniz olağan. Tarikatların, cemaatlerin, modern seküler yaşamın, bohem sanat dünyasının ve muhafazakâr mahallelerin yan yana var olabildiği bir şehir.
Ama tüm bunların ötesinde, Londra ve Paris gibi şehirlerin bugünkü cazibesi, yalnızca kendi iç dinamiklerinden değil, yüzyıllar boyunca biriktirdikleri imparatorluk mirasından, sömürgecilik döneminde elde ettikleri servetten ve küresel çeşitlilikten besleniyor.
Bugün bu şehirler, geçmişin büyük gücünü sanatla, gastronomiyle, yaratıcı endüstrilerle, bilim ve tasarımla ayakta tutmaya çalışıyorlar. Ancak yeni bir ihtişam inşa etmek gibi bir dertleri yok; asıl mesele, sahip oldukları büyük mirası koruyabilmek.
Paris ve Londra, uluslararası yetenekleri kendine çekebildiği için hâlâ canlı. OECD’de 30 ülkeden gelen insanlarla çalışmamış olsaydım, sadece Fransızlarla sınırlı bir profesyonel hayatım olsaydı, Paris benim için o kadar cazip olur muydu? Sanmıyorum.
Bugün Paris’in mutfak sahnesi bile Fransız şeflerden değil, Japon, Lübnanlı, İtalyan, Kamboçyalı, Türk ve Afrikalı şeflerin kattığı dinamizmle yaşıyor. Londra da aynı şekilde; Hindistan’dan, Karayipler’den, Orta Doğu’dan gelen göçmenler olmasaydı, belki de bu kadar hareketli ve enerjik bir şehir olmazdı.
Bu yüzden, Paris ve Londra gibi şehirlerin gelecekteki başarısı, geçmişlerine değil, ne kadar açık ve kapsayıcı kalabildiklerine bağlı. Sadece nostaljiyle ve eski ihtişamı korumaya çalışarak bir yere varamazlar. Yükselmekte olan ırkçılık bu özellikleri aşındırmaya başladı.
Bugün İstanbul’un da benzer bir kavşakta durduğunu düşünüyorum. Tarihi, coğrafi ve kültürel mirasını korurken, dünyaya ne kadar açık olabileceği belirleyecek onun da geleceğini. Yoksa İstanbul da sadece geçmişin hatıralarıyla yaşayan bir müze şehrine dönüşebilir.
O yüzden artık “Paris mi, Londra mı, İstanbul mu?” sorusunun tek bir cevabı yok.
Londra aklım, Paris ruhum, İstanbul ise kalbim…
Ama şunu biliyorum: İstanbul’un bir tarafı eksik kaldığında, ne Londra’nın düzeni ne Paris’in romantizmi onun yerini doldurabiliyor. İstanbul, karmaşanın içinde bir ahenk, kaosun içinde bir düzen…
Ne tam anlamıyla içinde olabilir insan ne de ondan tamamen kopabilir. İşte bu yüzden İstanbul, her şeyin ve herkesin şehri…
Ama en çok da bizim.