La Colomb d’Or’da yemek kültürü ile sanat arası bağlantı
20 Mart 2025

Monako’dan Provance’a doğru seküler sanat ve kültür haccımıza doğru yola çıkmadan önce bana oraları görmek imkanını veren işadamı arkadaşım bana yaratıcı düşüncenin gelişimi içn çok önem verdiğim ve ‘Kütüphanemdeki Sesler’ çalışmamda detaylı imcelediğim yaratıcı düşünceyi tetikleyen  ortamlar konusunda beni hayli düşündüren yeni bir boyut açtı.

sevgili abimin evinde sanat üzerine konuşurken sanat ve kültürün oluşması için gereken koşulların/ortamın oluşması içn gereklen şartları anlattı.

Buna göre diyelim ki sanata düşkün zengin bir insansınız ve diyelim ki Miami’de bir galeri açmak hayaliniz var. Bu hayali  başarıyla hayata geçirebilmenin şartı işe direkt galeriden başlamayıp ilk önce bir kafe veya restorant açmak . Sonra da açılan bu mekanlarda sanat ve kültür insanlarının buluşup yemek içmek eşliğinde sohbetleri için  elverişli ortamı oluşturmak. Bu başarılır ise ancak ondan sonra galerinin  bu mekanla bitişik açılması lazım. Eğer bu yapıldığı takdirde yiyecek/içecek kültürü ile sanat kültürünün bir arada gelişip o yeni galeriyi merkez alan  bir kültür ve sanat ortamı oluşması ihtimali büyük olabiliyor.

Abimden bunu duyunca ‘Kütüphanemdeki Sesler’ kitabımda sanat ortamının oluşması için kafelerin önemini nasıl anlatmış olduğumu yol boyunca düşündüm. Dün yemek kültürünün ve sanatın zirvesi olarak anlatmış olduğum La Colomb d’Or salonunda şaraplarımızı yudumlayıp yemeklerimizi beklerken hem o ortamın yaratıcı düşüncenin oluşması açısından ne kadar da uygun olduğunu düşündüm hem de abimin dedikleri doğrultusunda düşüncelerimi yeniden toparladım.

özellikle 19. yüzyıl ve 20inci yüzyıl başında Paris ve Viyana’da bir kafe kültürünün olması düşüncelerin gelişmesi için uygun ortam oluşturması açısından belirleyiciydi. Bunun yarattığı ortamda düşünürlerin bir araya gelip konuşabilmeleri çeşitli dallarda gelişmenin sağlanabilmesine yol açmıştır.

Paris o dönemde dünyanın kültür ve sanat merkezi gibiydi. Yeni oluşmakta olan Amerika’dan entelektüellerin ve sanatçıların bir süre yerleşmek için Paris’e akması normal hatta modaydı. La Colomb d’Or’a da bir çok amerikan sanatçısı ve ünlüsü ziyarete gelmişti zaten. Dünyada yeni nelerin olduğunu öğrenmek ve modernin nasıl tanımlanmakta olduğunu anlamak için Paris’e ve Provance’a gitmekten başka çare yoktu. Bahsettiğim dönemde Paris’te empresyonistler Monet’nin başlattığı yolda ilerleyip dünyadaki resim ideolojisini yeniden tanımlıyorlardı ve aynı zamanda geleceğin kübistleri de ilerideki devrimleri için çalışmaktaydı. Picasso üzerine kafe sohbetleri, dedikodular o günlerde hayli popülerdi. Viyana’da da çok canlı bir düşünce zenginliği ortamı vardı. Şehir yeni olana ve moderne daima açıktı. Ve Viyana da yüksek kültür diye tanımlayabileceğimiz kültürün sürekli merkeziydi. Yüksek kültür denilince, tabii ki Viyana klasik müziğin tartışılmaz hâkimiydi. 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyıl başlarında Viyana nasıl ki Birinci Viyana okulu ile klasik müzik dünyasında hâkimiyetini ilan etmişse, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarında klasik müzikteki bazı paradigmalar zorlanırken Viyana yine İkinci Viyana Okulu ile hâkimiyetini sürdürmek için atılım yapmıştı. Bu okulların önemini hatırlatmak açısından içinde yer alan isimleri hatırlamak yeterli gelebilir:

Birinci Viyana okulunda Joseph Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven vardı. İkinci Viyana Okulu’nda ise Schoenberg, Berg ve Webern yer alıyordu.

Tabii insan psikolojisinin anlaşılmasında paradigmatik dönüşümü yapmaya girişen Freud’un da o dönemde Viyana’da bulunduğunu ve kafe sohbetlerinin konusu olduğunu unutmamamız gerekiyor. Freud’un teorileri olmasaydı ve onunla, belki de bir kafede  tanışmamış olsaydı Schoenberg’in klasik müzikte devrim yapan müzik teorisini oluşturması bence çok zor hatta imkânsız olabilirdi.

Hem Paris’te hem Viyana’da ressamların, şairlerin, entelektüellerin bir kafede buluşup uzun saatler birlikte oturup sohbet etmek  adetleri vardı. Bu uzun oturmalar ve yenilen içilenler eşliğinde daima yeni düşünceler ve teorik konular üzerine fikir alışverişi yapılırdı. Viyana’da kafe şairi diye bilinen ve kafeden kafeye dolaşıp şiirini yazan şairler vardı. Dönemin meşhur mizahçısı Karl Kraus da bu kafe ortamında yetişmişti ve o ortamda konuşulanlardan yarattığı sosyal hicivleri ile tarihe geçmişti. Klasik müziğin gelişim sürecini anlamak üzerine yaptığım çalışmalarda, beni en çok zorlayan Schoenberg’le ilgili yeni bir yazı daha okurken onun kendi döneminde Viyana’da çok bilinen ve çok okunan Karl Kraus’a (1874-1936) hayran olduğunu öğrendim.

Schoenberg gibi müzik geleneklerini yıkıcı ve alışılmış, bilinen tonları silip atan bir bestecinin Kraus gibi yazılarıyla sosyal normları sorgulayan ve yıkıcı olabilen bir yazarı sevmesi belki doğaldı.

Tabii bu dönemde kafe dünyasının ortamı da hemen her konuda ateşli bazen radikal tartışmaların yapıldığı merkezlere dönüşmüştü. Kafelerde yaşanan fikir tartışmaları olmasaydı Paris’te resim alanındaki devrim bu kadar güçlü yapılamazdı diye düşünüyorum. Paris kafelerindeki yoğun felsefi tartışma ortamı daha sonra içinden varoluşçuluğu, yapısalcılığı da çıkardı. Bence La Colomb d’Or da olmasaydı bölgenin sanat nirvanası olabilmesi de kolay değildi

Zaten benim önem verdiğim “ortam” kavramı, bu  kafe kültürü gibi oluşumların oluşturduğu kavram, yani ortam derken sosyokültürel ve ekonomik koşullar gibi büyük kavramlardan bahsetmiyorum. 

o gün bulunduğumuz  La Colomb d’Or, yıllardır ziyarete gelen filozofları  sanatçıları bir araya getirmiş ve bölgenin sanat Nirvanasına dönüşmesine gereken düşüncelerin oluşmasını sağlamıştı.

ÇOK OKUNANLAR