Kim katil, neden katil? İçimizdeki katil!
22 Mart 2025

BİR BAHİSÇİ VE BİR HAYALET KARŞILAŞIRSA!

Bir İhtimal Daha Var

Netflix hafta sonu keyif listenize yerli dizi ‘Bir İhtimal Daha Var’la giriyor. Suç temalı, fantastik, romantik komedi ve dram türlerinin hepsiyle tanımlayabileceğimiz dizi ‘katil kim’ teması üzerinden şekilleniyor. Kadrosu ise oldukça iddialı! Ata Demirer ve Esra Bilgiç’in yanı sıra Uğur Yücel, Lale Mansur, Altan Erkekli, Hakan Salınmış, Murat Kılıç gibi ustaları izleme şansına eriştiğimiz dizinin yönetmeni Hakan Algül. Senaryoda ‘Bahar’ dizisinin de senaristlerinden Deniz Akçay ve Gökhan Atasoy’a, Murat Emir Eren eşlik ediyor.

İsa (Ata Demirer), ‘İsa-bet’ adıyla bilinen bir bahis yazarıdır ve bir zamanlar tüm tahminlerinin tutmasıyla meşhurdur. İlham perileri uzun bir süredir ona uğramaz olunca da hem gazetedeki konumu hem insanlarını gözündeki imajı sallantıya girmiştir.

Bu yetmezmiş gibi ona güvenip bahis yatıran ve üst üste hezeyana uğrayan tefecilerle başı derttedir. (Bu noktada aklınıza ‘Atla Gel Şaban’ın düşmesi olası!) Tası tarağı toplayıp buralardan kaçmak üzereyken evinde, babası yaşlarında bir adamın onu izlediğini fark eder ve yolun sonuna geldiğini düşünür. Ancak bu adam yeni bir yolun başlangıcıdır. Refik (Uğur Yücel), ölümü ana haber bültenlerine konu olmuş ünlü bir iş insanıdır ve ruhu dünyada sıkışıp kalmıştır. İsa’nın tahmin yeteneğini aldığı babası Nuri’yle (Altan Erkekli) zamanında arkadaş olan Refik, katilini bu yeteneği sayesinde Nuri’nin oğlu İsa’nın bulabileceğini düşünür ve ondan yardım ister.

Aşk üçgeni de katil de geliyorum diyor

İsa bu teklifi kabul ederse Refik’le birlikte cinayeti çözmek için Urla’ya gitmesi gerekecektir, bu da tefecilerden kurtulmak için bulunmaz fırsattır. İkilimiz soluğu Urla’da alınca İsa, katili bulmak için Refik’in evine giderek merhumun talimatlarıyla aynı ortamı birebir yaratmaya koyulur. (Ve ‘Atla Gel Şaban’ bir kez daha, minibüste Şiki Şiki Baba şarkısı eşliğinde aklımıza düşer!) İşler Refik’in kızı Seda’nın (Esra Bilgiç) ve şirketinin CFO’sunun şüpheli olarak hem izleyicinin hem İsa’nın radarına takılmasıyla karışır, İsa’nın Seda’dan hoşlanmaya başlamasıyla daha da karışır!

Dizinin romantik komedi kısmını İsa ve Seda sırtlasa da geliyorum diyen aşk üçgenini onlar sırtlamıyor! Sürprizi bozmayalım, ancak bir iki bölüm izlediğinizde aşk üçgenini, bir iki bölüm daha izleyince yeni şüphelileri, sonlara doğru da katili tahmin edebiliyorsunuz. Tahmin etmeniz şaşkınlığınızı da keyfinizi de azaltmıyor, o kadarını söyleyelim!

Dizi ‘katil kim’ teması içerisinde aşk ve aile bağlarını ele alan bir fantastik komedi dedik (dozunda dram bile var!), ancak bize kalırsa iddiasını bunlardan almıyor. Dizinin lokomotifi iki tuhaf adamın arkadaşlığı. Ata Demirer ve Uğur Yücel birbiriyle didişen ama birbirlerinin yol arkadaşlığından gizli bir keyif alan İsa ve Refik’in kimyasını öyle keyifli yansıtmış ki dizinin ferah Urla manzaraları kadar hafif, baharın müjdecisi bağ evi kadar eğlenceli! Bu vesileyle dizinin bir diğer özelliğinden, yani iç açıcı atmosferinden de bahsetmiş olduk. Bu anlamda dizinin, İtalya’nın veya Fransa’nın sevimli kasabalarında geçen romantik komedilerden aşağı kalır yanı yok!

Dizi her biri 30-40 dakika arası değişen sekiz bölümden oluşuyor ve belki de tek dezavantajı bu. Uzun bir film formatıyla veya daha az bölüm sayısıyla anlatılabilecek hikâye sekiz bölüme yayılmış. Yine de keyifli zaman geçirmeyi garantiliyor, final sahnesindeyse ikinci sezona göz kırpıyor. Sezin Akbaşoğulları’nın nevi şahsına münhasır karakterini daha fazla izleyebileceksek neden olmasın! ‘Bir İhtimal Daha Var’, hafta sonu iyi vakit geçirmek için bir ihtimaliniz daha olduğunu hatırlatarak listelerinize Netflix’ten giriş yapıyor.


CİNAYET BAHANE, KADRO ŞAHANE!

The Residence

Yine komedi, yine suç, yine ‘katil kim’ teması, bu kez ABD! Suçun zenginler arasında işlendiği ve şıkır şıkır konukların şüpheli duruma düştüğü yapımları sevenler başka adrese gitmesin. Karşınızda ‘How to Get Away with Murder’ ve ‘Bridgerton’ gibi ikonik işlerin yapımcısı Shonda Rhimes’tan yeni Netflix dizisi ‘The Residence’. Rhimes bizi, dizinin yaratıcısı Paul William Davies’le birlikte Beyaz Saray’ın en gizemli, en az bilinen bölgesine, dizinin adını aldığı rezidans kısmına götürüyor.

ABD her nasılsa Avustralya’yı küstürmüştür ve ülkenin gönlünü almak için Beyaz Saray’da yüz küsur kişilik bir resmî yemek organize edilmiştir. Davette haliyle Avustralya Başbakanı’ndan (‘Nip/Tuck’ın Christian’ı Julian McMahon’ın oynadığını söylesek?) dünyaca ünlü pop yıldızı ve Avustralya’nın medarıiftiharı Kylie Minogue’a kadar önemli konuklar vardır! İlişkilerin bu kadar hassas olduğu bir dönemde hiçbir şeyin ters gitmemesi gerekirken Baş Kâhya AB Wynter (Giancarlo Esposito) üst katlardan birinde ölü bulunur.

CIA, FBI, Gizli Servis harekete geçmiştir diye düşünenler, olayın ‘sıradan’ İl Emniyet yetkililerine emanet edilmesiyle hayal kırıklığına uğrayacak, nitekim Başkan’ın Baş Danışmanı Hollinger da bu utancı kabul etmemekte diretir. O direttikçe biz de Hollinger rolündeki Ken Marino’yu daha çok izleme fırsatı buluruz!

Sıradan insanlar, önemli mekânlar

İl Emniyet’ten gönderilen Dedektif Cupp hayli tuhaftır. (Uzo Aduba’nın muhteşem umursamaz oyunculuğu, ana karakterimizin absürtlüğüne absürtlük katmış.) Cupp, alışıldık dedektif imajını ters yüz etmektedir. Ne takım elbiselidir ne de diğer yetkililerin gözlemlerini umursar. O sadece işini yapmaya çalışmaktadır, bunu yaparken etrafındaki erkek bolluğuna (yetki ve otorite = erkek görevliler) laf sokmadan da duramaz.

Dedektif Cupp intihar gibi görünen bu ölümün cinayet olduğunu kolaylıkla anlar, ancak katilin kimliğinin bulunması için daha fazlası gerekmektedir. Böylelikle Cupp’la birlikte Beyaz Saray’ın içini dışını alt üst ederiz ve aşçılar, hizmetliler, çiçekçiler, yardımcılar gibi görünmeyen kahramanlara birer birer şüpheli gözüyle bakmaya başlarız. Politik güç dengelerinin arasına sıkışmış bu emekçilere de dikkat çekilmesi diziyi salt bir suç komedisi olmaktan çıkarıp çaktırmadan toplumsal bir yere de oturtuyor.

Tüm bu soruşturmanın arka planındaki Beyaz Saray dizinin oyuncularından sayılır, zira bu dizi mekânların da kendine has karakter taşıdığı yapımlardan. Diğer mekânımız ise mahkeme salonu. Olayı, gerçekleşmesinden aylar sonra Senatör karşısında ifade verenlerin anılarından izliyoruz. Olayın kendisi yeterince keyifli işlenmemiş gibi bir de mahkeme salonundaki atışmalarla keyfimize keyif katıyoruz. Konusundan oyunculuğuna, sanat yönetmenliğinden jeneriğine her detayına bayılacağınız ve ‘Knives Out’ (ki dizide buna bir gönderme var), ‘Only Murders in the Building’, ‘Murder Mystery’ ve Agatha Christie tadını misliyle alacağınız komedi türündeki dedektiflik dizisi ‘The Residence’, Netflix’te.


BİR BEN VAR, BENDEN İÇERİ

Control Freak

Biraz karmaşık sularda yüzelim. Bu kez ‘katil kim?’ sorusundan çok, ‘kendi katilimiz biz miyiz?’ sorusunun etrafında döneceğiz. Disney+’ta izleyebileceğiniz ‘Control Freak’, psikolojik gerilimle korkuyu, rahatsız edicilikle tiksinti duygusunu harmanlayan tuhaf ama çarpıcı bir film. Shal Ngo’nun yazıp yönettiği yapımda, Kelly Marie Tran izleyiciyi koltuğuna çivilemede gayet başarılı.

Vietnam asıllı Amerikalı Val, başarılı bir kişisel gelişim koçudur. ‘Kontrol sende’ mottosuyla insanlara, hayatlarını düzene sokmalarında yardım eder. Ancak kontrol edemediği bir şey vardır: kaşıntı. Başta stres kaynaklı zannedilen bu durum, kısa sürede bedeninde yaralara, sonra da metaforik ya da gerçek bir yaratığa dönüşür. Kontrol artık Val’de değil, içindeki o şeydedir. Buradan sonrası muğlaklıkla örülü: Film fantastik mi, büyülü gerçekçi mi, yoksa hepsi bir metafor mu?

Biz de daha çok bu muğlaklığı tartışmak isteriz. Val’in yaşadığı şey OKB benzeri rahatsızlıklara dair bir metafor olabilir mi? ‘Kontrol Delisi’ başlığı bu çağrışımı yapıyor. Kaygılı iç sesi susturmak için yapılan tekrarlı hareketlerin bir benzeri, burada kaşınmakla temsil ediliyor: Dürtülerle savaş, zararsız görünen alışkanlıkların büyüyerek bir ‘yaratığa’ dönüşmesi… Val belki de başkalarını ‘düzeltme’ işini, kendini onarmak için seçmiştir. Başkalarını kurtardıkça kendi kontrolsüzlüğünü bastırıyor olabilir. Ama bastırılan her şey, bir yerden hortluyor—bu filmde kaşıntı, böcek, yaratık olarak.

Kendini kontrol etmeye çalıştıkça kontrolden çıkan Val, aynı zamanda sigara, doğum kontrolü ve hatta çocuk sahibi olma kararıyla da sürekli bir denetim hâlinde. Ama esas çatışma burada: Kontrol delisi olmak iyi bir şey mi, yoksa içimizdeki kötülükle baş etmenin sağlıksız bir yolu mu? Val’in yaşadığı kriz, irade ile içgüdü, iyiyle kötü arasındaki savaş gibi okunabilir.

Filmin derdi yalnızca bireysel düzlemle sınırlı değil. Val’in ailesi üzerinden bu içsel savaşın kalıtsal ya da kültürel aktarımı da işleniyor. Babadan önce eşe, sonra kıza geçen ‘bozukluk’, belki de bir lanet değil, aktarılan davranış kalıpları. Val’in babası bu ‘laneti’ Vietnam Savaşı’nda, travma sonrası stres bozukluğu olarak ediniyor. Bu, toplu bir kimlik krizinin bedensel ifadesi olabilir mi? Amerikalı olmakta zorlanan bir Vietnamlılık hali mi?

Film her yönüyle aşırı ve muğlak, ama bu onun en güçlü yanı. İsterseniz yaratıklı bir korku filmi olarak da izleyebilirsiniz, ama derinlere inmek isteyenler için filmin kat kat açılan bir yapısı var. ‘Control Freak’ tüm rahatsız ediciliğiyle ve düşündürücülüğüyle Disney+’ta sizi bekliyor.


BU DAVA HEPİMİZİN – Mİ?

The Duplicity

Hafta sonu biraz da toplumsal meselelere kafa yormak isteyenlere Prime’ın ‘The Duplicity’ filmini öneririz. Bu filmde ‘Katil belli ama mesele ne?’ diye soruyoruz. Irkçılık, polis şiddeti ve siyah hakları üzerinden ilerleyen hikâyede teknik aksaklıklar olsa da tematik ve toplumsa yanı filmi izlenmeye değer kılıyor. Yönetmen koltuğunda Tyler Perry var; başrolde ise ‘Vampir Günlükleri’nden tanıdığımız Kat Graham.

Hikâye, siyahi bir adam olan Rodney’nin (Joshua Adeyeye) bir ihbar sonucu polis tarafından vurulmasıyla başlıyor. İhbarı yapan ise beyaz bir kadın. Olay yerine gelen çaylak beyaz polis Caleb (Jimi Stanton), siyahi kıdemlisinin “Silahı var!” demesiyle tetiğe basıyor. Rodney’nin arkadaş grubu, özellikle avukat Marley (Kat Graham), bu olayın peşini bırakmıyor. Marley hem kişisel hem toplumsal bir motivasyonla davayı üstleniyor. En büyük destekçisi de eski polis, şimdilerde özel dedektif olan sevgilisi Tony.

Ancak işler siyah-beyaz ayrımı kadar net değil. Görüntülerde Rodney’nin elindeki telefon gerçekten de silaha benziyor, bu da Caleb’ın yargılanma olasılığını düşürüyor. Olay giderek bir ‘Black Lives Matter’ protestosuna dönüşürken, film siyahilerin suçlu olma önyargılarını ve ırkçı polis şiddetini merkezine alıyor. Derken işler karışıyor: Ortadan kaybolan Polis Caleb bir gün Marley’yi kaçırıyor ve belki de olayda kurbanın yalnızca Rodney olmadığını, kendisinin de piyon olabileceğini ima ediyor. Bu noktada film, siyah aktivizminin içeriden nasıl yara alabileceğine dair daha tartışmalı bir alana giriyor.

Münazara konusu gibi dizi!

Baştan uyardığımız gibi senaryoda sorunlar var elbet. Marley’nin geçmişine dair verilen bilgiler biraz yüzeysel kalıyor; kıdemli polis Kevin’ın olay ânındaki ajite hali hiç konuşulmuyor. Ayrıca ters köşeler son dakikalara sıkıştırılmış ve bu durum, izleyicinin olayları erkenden tahmin etmesini engellemek için yapılmış gibi dursa da beklenen etkiyi yaratamıyor. Finaldeki ‘kötü karakter konuşması’ da bir hayli yapay, bir tek şeytani kahkaha eksik. Üstüne Marley’nin hayati bir tehlikeyi fazla kolay atlatması ve göze parmak nasihatle kapanış yapılması da cabası.

Ama tüm bu sıkıntılara rağmen ‘The Duplicity’ önemli bir şeyi başarıyor: İzleyiciyi ırkçılık, polis şiddeti ve bireyin bir grubu temsil edip etmediği gibi sorular üzerine düşünmeye sevk ediyor. Ayrımcılığa uğrayan gruplardaki tekil bireyler harekete zarar verebilir, çıkarları için aktivizmi kullanabilir; ama dizi hak savunusunun suistimal edilmesinin haklı mücadeleyi gölgelemediğini de hatırlatıyor. Bu ayrım, hem siyah hakları hareketi için, hem de genel olarak toplumsal adalet mücadeleleri için oldukça kritik. ‘The Duplicity’, bu ayrımı anlatırken hem kişisel hem kolektif düzlemde önemli bir tartışma alanı açıyor bizlere. Bir Tyler Perry filmi olan ‘The Duplicity’yi Prime’dan izleyebilirsiniz.

Teknoloji, sosyal medya ve mutluluk yanlış ellerde!Teknoloji, sosyal medya ve mutluluk yanlış ellerde!

ÇOK OKUNANLAR