KARA AYNADAN YİNE KARA HABER VAR
Black Mirror / 7. Sezon
‘Black Mirror’ yedinci sezonuyla Netflix’e döndü ve yine iddialı! Charlie Brooker’ın kaleminden çıkan dizi malumunuz, her bölümü farklı hikâyelerden oluşan distopik bir iş. Sanmıyoruz ama diziden henüz nasiplenmeyen varsa temayı özetleyelim: İnternetin, sosyal medyanın, yapay zekânın ve teknolojinin farklı alanlardaki gelişimiyle hayatlarımızın olumsuz anlamda nasıl etkilediğini gözler önüne seren bir yapım ‘Black Mirror’.
Aslında bu indirgemeci bir tanım! Dizi bir tespitten çok öteye geçiyor ve halihazırda yaşadıklarımızı abartarak bir sonraki aşamanın ne olabileceğini ve nelere sebebiyet verebileceğini tahmin ediyor. Bu abartı dozu öyle yerinde ki bilimkurgu bile olamayacak kadar gerçekçi anlatılar sarıyor etrafımızı. İnsanlar bu bahsettiğimiz gelişmelere kendilerini ne kadar kaptırabilir? Bu gelişmeler toplumsal hayatı en kötü nasıl değiştirebilir? Kapitalizm tüm bunlara nasıl entegre oluyor, daha doğrusu tüm bunları nasıl besliyor? (Dizi yalnızca teknolojik değil, kapitalist bir (eleştirel) distopya teması da taşıyor yer yer.)
Buna benzer genel sorular, özünde daha spesifik sorular eşliğinde sorgulanıyor, örneğin: Bir insan zenginlik, ün veya statü için ne kadar alçalabilir? Bir insan sevdiği için ne kadar fedakârlık yapabilir? Bir insan kendi için neyi feda edebilir? Yani ‘Black Mirror’ın teknoloji gibi büyük anlatıların arasına gizlediği asıl tema, tüm zaaflarıyla insan olma hali. Teknoloji kötüleme anlatısından ziyade insanı ifşa etme derdi var ‘Black Mirror’ın. Teknoloji ne düzeyde olursa olsun, insanın kaygıları her dönem benzer.
Huzurumuz kaçıyor
Yedi sezon ve toplamda on beş yıl boyunca dizi aynı tonu, tekrara düşmeden ve sıkmadan nasıl tutturabiliyor biz de bilemiyoruz, ancak ‘Black Mirror’ bu sezonuyla da bizi mahvetmeye kararlı. Ahlaki ikilemlerle yine beynimiz yanıyor, sıradan insanların insanlıktan çıkmalarına tanık oluşumuz bizi yine ya fena üzüyor ya fena rahatsız ediyor. Bu sezonda farklı olan şeyse, bir devam bölümü içermesi. ‘USS Callister: Into Infinity’ bölümü, dördüncü sezondaki ‘USS Callister’ bölümünün devamı.
Yeni sezonun ilk bölümü olan ‘Sıradan İnsanlar’dan (Common People) tadımlık bahsedelim: Kendi yağında kavrulan, biri mavi yakalı diğeri öğretmen olan Mike ve Amanda çiftini izliyoruz. Amanda beyin anevrizması geçirince kocası Mike, onu hayata döndürmek için yeni geliştirilen yüksek teknoloji ürünü tıbbi bir sisteme kaydolur. Amanda’yı hayatta tutan bu sistem için her ay belirli bir miktar ödemeleri (bu biyoteknoloji girişimine finansal anlamda bağımlı hale gelmeleri) üzerinden günümüzde her alanı ele geçiren abonelik sistemi eleştirisi başlar böylece. Sonu elbette trajedi! ‘The IT Crowd’dan Chris O’Dowd ve ‘The Office’ ile ‘Parks and Recreation’dan Rashida Jones rollerine çok yakışmış. Özellikle Chris O’Dowd, bölümdeki performansıyla bir süre zihninize hayalet gibi dadanacak. Daha fazlası için vakit kaybetmeden ‘Black Mirror’ın yedinci sezonu için Netflix’e yol alalım!
SEVİMLİ ÇOCUKTAN TEHLİKELİ YABANCIYA
Good American Family
İyi Amerikan ailesi denince gözünüzde ne canlanıyor? Hollywood filmlerinde görmüşsünüzdür. Müstakil evde yaşayan, üç çocuklu, mutlu ve huzurlu aile. Bu hafta sonu bu imajın parçalandığı bir dizi izlemek isterseniz Disney+’ta yayınlanan ‘Good American Family’yi listenize alabilirsiniz. Yedi yaşındaki bir kızı evlat edinmeleriyle hayatları alt üst olan bir aileyi anlatan dizi gerçek olaylara dayanıyor. Gizem ve gerilim türündeki dizinin başrolündeyse sevilen dizi ‘Grey’s Anatomy’nin Meredith Grey’i Ellen Pompeo var.
Kristine (Ellen Pompeo) kendini özel gereksinimli çocuklar başta olmak üzere, erişebildiği tüm çocukların huzur ve güven içinde yaşamasına adamış biridir. Mücadelesi, oğluna erken yaşta otizm teşhisi koyulmasıyla başlamış ve hız kesmeden devam etmiştir. Her çocuğun parlaması için geleneksel yöntemlere alternatif metot bile bulmuştur. Daha fazla çocuğa yardım edebilme misyonunu özel hayatına da taşımıştır ve kocası Michael’la (Mark Duplass), üç çocuklarına bir de kardeş evlat edinmek isterler. İlk teşebbüsleri hayal kırıklığıyla sonuçlanan çift, spondiloepifizyal displazisi, yani nadir bir tür cüceliği olan Natalia (Imogen Faith Reid) adındaki yedi yaşında olduğu düşünülen bir kızı evlat edinebileceklerini öğrendiklerinde sevinirler, ancak hayatları kökten değişir.
Çocukların yeni ailelerine hemen uyum sağlaması olanaksızdır ve Kristine bunun bilincindedir, ama Natalia’da daha ilk günlerden anlamlandıramadığı bir tuhaflık sezer. Zaten dizinin tanıtım bilgilerinden de öğrendiğimiz üzere bu ‘küçük kız’a güvenmememiz gerek. Diziye hiçbir ön bilgiye sahip olmadan başlamış olsak da bunu sezmek mümkün aslında. Natalia’yı izlerken ister istemez tetikte beklemeye başlıyoruz. Küçük bakışma anlarından, saniyelik ifadelerden ve flu çekimlerden ötürü ortada, daha doğrusu Natalia’da bir tuhaflık olduğunu hemen hissediyoruz.
Kime kulak versek?
Bununla birlikte Kristine’e de ne kadar güvenebileceğimizden emin olamıyoruz. Çocukları iddia ettiği kadar düşünüyor mu mesela? Bu güvensizliğimizin ana nedeni elbette dizinin gelecekten açılan ilk sahnesinde Kristine’in polisler tarafından götürülmesi, üstelik çocuk ihmalinden! Ancak bu bilgi bize verilmeseydi de Kristine’le pek yakınlık kurabileceğimiz söylenemezdi. Karakterin yüzünde hep bir gülümseme var ama gözlerine ulaşmıyor. Erişilebilir bir imaj yaratmaya çalışıyor ama mesafesini hep koruyor. Tüm bunlar karakterin güvenilir olmadığını sinyalleyen ipuçları mı yoksa Ellen Pompeo’nun oyunculuk tarzı mı?
Öğrenmek için Katie Robbins imzası taşıyan ‘Good American Family’yi izlemek üzere Disney+’a hücum edebilirsiniz. Not etmekte fayda var, dizi Natalia Grace vakasını tüm çıplaklığıyla anlatma iddiasında olmadığını, birçok anlatı ve suçlamaların harmanlanmasından ilham aldığını belirtiyor.
SIRADAN SIRA DIŞI HAYATLAR
Problemista (Problem Diyarı)
Sırada 2023 yapımı hayli absürt bir film var, ancak Prime’ın Türkiye kataloguna bu hafta girmesi nedeniyle ve listenize almanız gerektiğini düşündüğümüzden tanıtılmayı hak ediyor. Filmde gündelik yaşamın bireysel zorluklarını toplumsal bir büyüteçle izliyoruz. Ne demek istiyoruz? Ana karakterin her gün yapması gereken zorunluluklar aslında sistemin başımıza açtığı zorlukların birer sonucu. Nasıl ki özel olan her şey politik, bireysel olan her şey de toplumsal. Mesela bürokrasi, mesela işsizlik, mesela göçmenlik statüsü. Aynı anda dizinin senaristi, yönetmeni ve başrolü olan Julio Torres tüm bu temaları didaktikliğe yenilmeden, toplumsal eleştiri formundan kaçınarak, alabildiğine teatral ve hayal gücünün sınırlarında dolaşarak işliyor. Başrolde eşlikçisi olarak ise Tilda Swinton’ı armağan ediyor!
Alejandro (Julio Torres) ünlü bir oyuncak tasarımcısı olmak ister ve bu hayali, ABD’li büyük bir şirketin yetenek geliştirme programına kabul edilmesine bağlıdır. Alejandro programa başvurur ve portfolyosunu sunar, ancak başvuruların durdurulduğuna dair duygusuz bir e-posta alır. Onu kimin neden reddettiği belli değildir, karşısında fiziksel bir kurumun görünmez bir otoritesi vardır. Ancak Alejandro pes etmez ve başvuruların yeniden açılmasını beklerken ABD’de kalma süresini uzatmanın yollarını arar. Bunun içinse bir ay içinde bir sponsor, yani iş bulması gerekir.
İnsanları dondurup gelecekte çözmeyi vadeden bir firmada işe giren Alejandro’ya müşteri olarak, hayallerinden vazgeçmiş bir ressam atanır. Ressam dondurulduktan sonra geride sadece yumurta figürlerinden oluşan on üç tablo ve bir de çatlak eşi Elizabeth’i (Tilda Swinton) bırakmıştır! Çatlak eş dediğimize bakmayın, kendisi bir sanat eleştirmeni ve eşinin tablolarını solo bir sergiye aldırmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır. Alejandro bir hatası yüzünden buradaki işinden olur, ancak Elizabeth’in getir götür işlerini yapmaya gönüllü olmasıyla kendine yeni bir sponsor adayı edinmiş olur.
Sorun labirenti
Alejandro bir yandan tahammül edilemez Elizabeth’in özünde sevilebilecek biri olduğunu keşfederken diğer yandan ABD’de kalma süresinin her geçen gün azaldığı gerçeğiyle başa çıkmaya çalışır. Buna parasızlık da eklenince Alejandro saatlik vasıfsız işler yapmaya başlar, son noktada kabul etmek zorunda kaldığı bir işle de dibe vurduğunu hisseder. Arka planda kronik olarak uğraştığı sorun ise ‘Dava’ okuyormuşuz hissi uyandıran bürokratik engellerdir.
Ama telaşa mahal yok, bu hem Kafkaesk hem yer yer depresif hikâye Julio Torres’in nevi şahsına münhasır anlatımıyla alabildiğine renkli, hafif ve eğlenceli bir tonla karşımıza çıkıyor. (Torres’in ‘Problemista’ filminden sonra çektiği ‘Fantasmas’ dizisi de benzer temaları benzer bir atmosferle sunuyordu, dizinin incelemesini yapmıştık.)
Bir tema da helikopter ebeveynlik diyebiliriz, zira Alejandro’nun annesi onu gerçek dünyanın zorluklarıyla karşılaşmak zorunda kalmayacağı bir fanusta büyütmeye çalışmış ancak Alejandro şimdi vahşi ormanda tek başına. Tüm bu temaları absürtlük sosuyla izlemek ve yormadan sorgulamaya meyletmek isterseniz sizleri Prime’da yayınlanan ‘Problemista’ya (Problem Diyarı) alalım.
CESETLİ BAHÇE
Bahçıvan
Ölüm ve estetiğin bir aradalığını sevenlere bir suç dizisiyle geldik: Netflix’ten ‘Bahçıvan’ (El Jardinero). İspanya yapımı bu dizi huzur ve mis kokularla bezeli bir botanik şölen vadediyor. Ama vadettiğinden fazlasını alıyoruz: Huzurun ardına gizlenmiş suç, mis kokuların altında çürümüş bedenler. Dizinin başrolünde ünlü İspanyol gençlik dizisi ‘Élite’teki Polo rolüyle dikkat çeken Álvaro Rico’nun olması da diziyi kimisi için tercih sebebi yapabilir.
Çiçekler ile ölümün estetik birlikteliği denince akla ister istemez Meksika’nın geleneksel Ölüler Günü ve onun sembolü olan çiçekli kafatası imgesi geliyor. Filmin afişi de (bilinçli olsa gerek) bunu çağrıştırıyor, ancak dizi bu gelenekle ilgili değil. Ana karakterlerimiz kendi halinde yaşayan, bahçıvanlık yaparak para kazanan sıradan anne-oğul La China Jurado ve Elmer’dir (Cecilia Suárez, Álvaro Rico). Yalnızca bahçıvanlık değil, görenlerin pek beğendiği peyzaj tasarımları da yaparlar. Görünüşte!
Bu kadar iyi bitki yetiştirmelerinin sırrı içine sevgilerini katmış olmaları değil, insan kaynaklı gübre. İnsan dışkısından bahsetmiyoruz, bizzat insan bedeninin kendisinden bahsediyoruz! Sırf bunun için insan öldürmüyorlar elbette, ama bu durum işlerine geliyor diyebiliriz! Anne-oğul ABD’ye göçmüş, ama bir zamanlar onlara ait olanı geri almak, memlekete dönüp hayallerindeki evde yaşayabilmek için çok paraya ihtiyaçları var. Bu nedenle de el altından para karşılığı cinayet işliyorlar. Daha doğrusu Elmer işliyor.
Siz nasıl bir ebeveyn çocuğunu katil yapmayı göze alır diye sormadan önce, başta söylememiz gerekeni şimdi söyleyelim: Elmer çocukken geçirdiği bir kazada beyninin sağ ön lobunun korteksinin hasar görmesinden ötürü hiçbir duyguyu hissedemez hale gelmiş. Korkmuyor, kaygılanmıyor, üzülemiyor, mutlu olamıyor, sevemiyor. Duygusal eksikliklerini telafi edercesine kendini geometri, matematik ve botanik bilimlerine adayarak büyüyor.
Çiçek ve ceset kokusunun altında toksik bağlar
İşte bu anne-oğulun son cinayeti polisin radarındayken açıyoruz diziyi. Polis bu tuhaf vakayı araştıradursun, biz de şunu merak ediyoruz: Elmer’ın beyninde bir gün yine değişiklikler olur da duyguları geri gelmeye başlar mı? Başlarsa ne olur? Cinayet planlarına, annesiyle ilişkisine… Ne olur? Dizi ve filmlerde ne zaman ‘son bir iş’ dense o işin sarpa saracağını artık öğrendiğimizden, anne-oğul da son bir işi kabul ettiğinde hepsinin cevabını öğreneceğiz.
Dizi yalnızca bir polisiye veya seri katil hikâyesi değil. Romantik gerilim olarak da geçiyor ama alt metninde toksik ve bağımlı ebeveyn-çocuk ilişkilerine mercek tutuyor. (Oğlu bir ilişkiye başlayınca kendini ihanete uğramış, oğlunu da ‘kaptırmış’ hisseden toksik kayınvalide tiplemesi izlediğimizi bir anlığına unutuyoruz!) Bu anlamda anne-oğul ilişkisi ‘Problemista’dakiyle benzer noktadan çıksa da yüz seksen derece farklı hale geliyor. Buradaki anne destekleyici olmaktan ziyade zorbalaşmış.
Bir yandan da aklımıza şu soruyu getiriyor dizi: Hiçbir şey hissetmemek bizi suça meyilli hale mi getirir yoksa etik değerlere akıl vasıtasıyla ulaşıp ona göre hareket etmeyi seçebilir miyiz? Yönetmenliğini Mikel Rueda ve Rafa Montesinos’un, senaristliğini Miguel Sáez Carral ve Isa Sánchez’in üstlendiği ‘Bahçıvan’ Netflix’te.