Geçen hafta Hürriyet’te Ahu Yağtu röportajını okudum. Cem Yılmaz’la 6 sene süren nafaka davasını şöyle savunuyor: “Baba evinde ve anne evinde çok farklı standartlar olması çocuklar açısından hoş bir durum değil. Bu arada oğlum konuyu idrak edecek yaşa geldiği için durumu anladı ve hayat standardımız düşecek mi diye endişe yaşadı.”
Boşanmak kolay. “Seni artık sevmiyorum” demek üç saniye. “Birbirimize iyi gelmiyoruz” repliği yıllardır terapi odalarının en çok satan yalanı. Ama iş nafakaya gelince, orada duralım. Çünkü nafaka, bir ilişkinin son sözünü kim söyleyecek tartışmasının nakit versiyonu.
Eğri oturup doğru konuşalım. Boşanma sonrası ödenen nafaka, yasal olarak çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılamak için veriliyor. Yani, minicik ayaklar üşümesin diye.Ama işin görünmeyen yüzü:O parayla bazen annenin özgüveni onarılıyor. Yani evet, çocuk için başlatılıyor… Ama sonra işin içine geçmişin hayal kırıklıkları, geleceğin endişeleri ve bir tutam “bak, sensiz de yaşayabiliyorum” mesajı giriyor. Bir nevi içsel bir kapanış töreni.
Nafaka, hukuki bir yükümlülük gibi görünse de kadın psikolojisinde çoğu zaman duygusal bir simgeye dönüşüyor. Özellikle evlilik sürecinde kariyerinden, ekonomik özgürlüğünden ya da kişisel hayallerinden ödün veren kadınlar için nafaka; sadece maddi bir destek değil, aynı zamanda görülmeyen emeğin, karşılığı alınmamış fedakârlıkların ve bazen de bastırılmış benliğin bir telafisi gibi algılanıyor. Bu nedenle nafaka, kadın için yalnızca çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamanın değil, aynı zamanda “varlığının ve değerinin tanınması”nın da bir yolu olabiliyor. Ancak burada önemli olan, nafakanın kadının özgüvenini besleyen bir araç mı, yoksa geçmişe takılı kalınmış bir hesaplaşma mı olduğunun farkında olunması.
Bence çocuk için de asıl önemli olan şey, evlerin metrekare farkı değil, kalbin sıcaklığı.
Bir ev 2+1 olabilir, ama içinde anlayış + sevgi + istikrar varsa, çocuk zaten kendini “lüks dairede” hissediyor. Ebeveynler arası maddi fark çocukta ancak duygusal boşluk varsa derin iz bırakıyor.
O yüzden bazen çocuk, en sade evde bile kendini sarayda hissediyor. Yani Ahu Hanım’a söylemek isterim : mesele ev şartları değil, “hanginiz gerçekten oradaydınız?”