Tayyip Erdoğan’la konuşma kılavuzu
21 Nisan 2025

Şubat ayının sonunda tanık olduğumuz o utanç verici sahneyi hatırlıyorsunuz: Amerikan Başkanı Donald Trump ve Başkan Yardımcısı JD Vance, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’yi kameraların önünde azarladılar ve Beyaz Saray’dan kovdular.

Bu sahneler bütün dünyayı şoka uğratmışken Londra ve Paris’te farklı bir hareketlilik vardı. Bir yandan Britanya, bir yandan Fransa’da yönetim ‘hasar kontrolu’ çalışmasına çoktan başlamıştı ve çözümün Zelenski ile Trump’ın yeniden konuşabilir hale gelmesinde olduğunu biliyorlardı.

Paris ve Londra müthiş bir koordinasyon içindeydi, hemen Zelenski arandı ve ona lisanı münasiple Trump’la iletişim kurma konusunda bazı öneriler yapıldı.

Aslında Zelenski’den hemen önce hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer Beyaz Saray’a gitmiş ve Trump’la temelde Ukrayna meselesini konuşmuşlardı.

İki lider yola çıkmazdan önce kendi iletişim ekipleriyle çok ciddi birer çalışma yapmıştı. Mart ayı başında The New York Times gazetesinde yayınlanan bir haberde okuduğuma göre her iki ülke de kendi uzman psikologlarına birer Donald Trump ‘profili’ hazırlatmıştı ve iletişim tekniklerini bu profile bakarak oluşturmuşlardı.

Trump’ın narsist kişiliğinin övgüden ve kendisine yağ çekilmesinden hoşlanması sonucu yarattığı, ona bir şey söylemek için cümleye mutlaka onu överek girmek gerektiği kanaatine varmıştı iki başkent.

Nitekim hem Macron’un hem Starmer’in Oval Ofis’te Başkan Trump’la kameralara da kaydedilen sohbetlerine bakarsanız, iki liderin bu taktiği uyguladığı görülüyordu. Önce Trump’ı överek yüceltiyorlar, sonra da ne talep edeceklerse onu talep ediyorlardı.

Londra ve Paris, bu taktiği kullanmayan Zelenski’yi hızlı bir kursa aldı, hatta onun Amerika’ya yönelik sosyal medya mesajları bile bu iki başkentin denetiminden ve onayından geçerek yayınlandı. Sonuçta Zelenski ile Trump’ın arası bir ölçüde düzeldi.

Bu büyük bir ders aslında. Ne söylediğiniz kadar onu nasıl söylediğiniz de önemli.

Hele karşınızdaki sizi duysun istiyorsanız, nasıl söylediğinizin önemi daha da büyüyor.

Bu ilke gündelik hayattan uluslararası diplomasiye kadar her alan için geçerli bir ilke. İletişimde kullanılan üslup önemlidir.

Buradan lafı Türkiye’ye getireceğim.

Malum, geçirdiği ağır ameliyattan beri MHP lideri Devlet Bahçeli kamuoyuyla da, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la da iletişimini yazılı olarak kuruyor ve onun metinleri bence en önce Tayyip Erdoğan tarafından okunsun diye yazılıyor.

Bu sayede Tayyip Erdoğan’a söylediğini dinletmenin ince yöntemlerine de hepimiz şahit oluyoruz. Bahçeli önce çok sert bir CHP eleştirisiyle başlıyor, onu Erdoğan övgüleri ve Erdoğan’ın vazgeçilmez liderliği hakkındaki cümleler izliyor ve sonra da esas muradı neyse onu söylüyor.

Ramazan Bayramında üç gün üst üste yayınlanan makaleler yazdı MHP Genel Başkanı. Bunlardan en sonuncusu en önemli olanıydı, ‘Terörsüz Türkiye’ hedefinin demokratik haklar, insan hakları, hukuk devleti uygulamalarında düzelmeler olmadan başarılı olamayacağını söyledi Bahçeli bu makalelerde. Dediğim gibi bol bol CHP eleştirisi ve Erdoğan övgüsünün ardından söyledi bu dediğini.

Geçen gün yayınladığı çok konuşulan yazılı açıklaması da öyleydi. Esas derdi Ekrem İmamoğlu’nun yargılamasının hızla yapılmasını söylemekti ama öncesinde CHP eleştirisi ve Erdoğan övgüsü eksik değildi.

Devlet Bahçeli, sonradan “Terörsüz Türkiye” adı verilen süreci Ekim ayında başlattığında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir ölçüde afallattı aslında. Ama işte bulunan bu “Terörsüz Türkiye” lafı bile önemliydi, sonunda Erdoğan da trene bindi.

Yalnız tabii trenin menziline ulaşmasının önünde bir sürü belirsizlik var; bu belirsizliklerin en önemlisi de hem PKK’ya hem de Kürt siyasi hareketinin partisi olan DEM’e güven verebilmek.

DEM Parti önce müteredditti ama şu an canıyla uğraşmakta olan Sırrı Süreyya Önder ile Pervin Buldan, yanlarına partinin akil ismi Ahmet Türk’ü de alarak bir ikna süreci yaşattılar, Devlet Bahçeli’ye güvenmek gerektiğini söylediler temelde. Şimdi PKK’nın da güvenmeye başlaması bekleniyor.

Yalnız, bugün T24’te Cansu Çamlıbel’in konuştuğu Mümtazer Türköne’nin de dikkat çektiği bir sorun var. Buna Türköne ‘Erdoğan paradoksu’ adını takmış, kötü bir isimlendirme değil.

Türk-Kürt barışı kaçınılmaz biçimde demokratikleşmeyi, insan haklarını ve hukuk devletini içerecek; hatta cezaevlerinde terör hükümlüsü veya tutuklusu olarak yatan bir bölüm insanın salıverilmesini, Abdullah Öcalan için “umut hakkı”nın yasaya girmesini vs de gerektirecek.

Türköne, Erdoğan’ın kendi otoriter yönetiminde gevşeme anlamına gelecek bu demokratik adımları atmayacağını, atamayacağını söylüyor, “Atarsa zayıflar çünkü” diyor. Erdoğan’ın kendi yönetimini zayıflatmamak için Kürt çözümüne set çekmesi halinde Devlet Bahçeli’nin erken seçim sürecini başlatabileceğini söylüyor.

Mantıklı bir analiz. Bakalım Bahçeli’nin bir sonraki yazılı açıklaması ne zaman gelecek ve konusu ne olacak?

ÇOK OKUNANLAR