Yolculuk kıyamet sonrasına mı, uzaya mı, sanata mı?
27 Nisan 2025

MODERN DESTAN

O’dessa

Hippilerden aşkı ve özgür ruhu, ‘80’lerden neonları, rock’n’roll’dan isyanı, Yunan’dan mitolojik maceraları alıp harmanlarsak ne olur? Ortaya oldukça havalı bir iş çıkar: Disney+’ta yayınlanan yeni filmi, başrolünde ‘Stranger Things’le gönlümüzde taht kuran Sadie Sink’i gördüğümüz ‘O’dessa’yı tarif ediyoruz! Yarı müzikal sayılabilecek bir rock-opera olan ‘O’dessa’ tür olarak distopyaya yerleşiyor, aynı zamanda bizlere modern bir destan ve destansı bir aşk vadediyor.

Filmin bir de mesajı var: Topraklar çorak, ama insanlar böyle hayati bir meseleyle ilgilenmek yerine gözlerini dört açmış, ekranlara bakıyor, aklını ekrandaki şaklabanlıklara teslim ediyor. Yani bir yandan bir distopya izliyoruz.

Bu çoklu temadan kafası karışanlar haklı, zira ‘O’dessa’nın hem senaristi hem yönetmeni Geremy Jasper tüm bu saydıklarımızı tek bir filme sığdırmaya çalışmış. ‘O’dessa’ dört bölümlük mini dizi veya iki parçalı film olarak çekilseydi hem mesajını hem estetiğini sindirmemize fırsat kalırdı, ama tek filmlik şansımız olduğunu bildiğimizden hiçbir şeyi kaçırmamak için, bol uyaranla dolu bir mağazada gezer gibi pür dikkat izliyoruz. Aslında filmde eleştirilen o kitleler gibi, ekrana ‘kitleniyoruz’! Bu da filmin başarısı diyebiliriz.

Geremy Jasper bu başarıyı elbette proje tasarım ekibiyle de paylaşıyor, film görsel açıdan oldukça iddialı. Ancak gözden kaçırılmaması gereken unsurlardan biri de harika başrol seçimi. Sadie Sink bu kez karşımıza 19 yaşında gezgin bir çalgıcı olarak çıkıyor. Bu özelliği babasının soyundan almış olan (ve filme de ismini veren) O’dessa küçüklüğünden beri aynı hikâyeyi duyarak büyümüştür: O, oğlan olmamasına rağmen babasının soyundaki ‘yedinci oğuldur’ ve kehanete göre, kadim bir ağacın gövdesinden yapılmış aile yadigârı gitarla yollara düşerek, müzikle dünyanın kaderini değiştirecektir.

Ekran VS ağaç

O’dessa’nın yaşadığı dünyanın kaderi gerçekten değiştirilmelidir, çünkü medeniyet yok olmuştur, tüm dünya terk edilmiş bir çöplüğe dönmüştür. O’dessa, kervan geçmez bir yerde annesiyle yaşadığı çiftlikte, dünyanın tüm toprakları gibi çorak olan topraklarından medet umarak yaşamaktadır. Annesi ölünce O’dessa, babasının soyundan gelen kehaneti gerçekleştirmek için, nereye gideceğini bilmeden yola koyulur ve kader onu, medeniyete dair ayakta kalan tek yere, Plutonovich (Murray Bartlett) adlı despot bir adamın kontrolünde olan eğlence ve günah bölgesine götürmüştür.

O’dessa burada kendisi gibi müzisyen olan başka biriyle, Euri Dervish’le (Kelvin Harrison Jr.) tanışır ve aklını da ruhunu da Plutonovich’e teslim etmiş bu insan yığını arasında ikili birbirine iyi gelir. (Euri istismara oldukça açık bu bölgede seks işçisi genç bir erkektir ve O’dessa da onun şövalyesidir. Genç âşıkların cinsiyet kalıplarını hem görsel hem ilişkideki roller açısından çalkalayıp birbirine karıştırması filme bir başka katman daha ekliyor.)

İşte Plutonovich’in yönettiği bu bölgede sağ kalmanın tek yolu ekrana ve sadece onun eğlence programına kilitlenmektir. Amaç, insanların dikkatlerini başka şeylere vermelerini engellemektir – mesela daha iyi bir dünya olasılığına! (Bu noktada aklımıza ‘Açlık Oyunları’ geliyor.) Yani yönetici Plutonovich olsa da burada tanrı ekrandır. Gerçek hayattan pek farklı sayılmaz değil mi? Bu bakımdan ‘Black Mirror’ı çağrıştırsa da film, kült dizinin karanlık atmosferinden uzak. Filmde benzer eleştiriler hem gerçek hem mecazi anlamda rengârenk kurgulanmış.

O’dessa karakteri daha organik, daha nostaljik bir şeyleri, aile yadigârı ve destanı söylemiyle kökeni çağrıştırırken Plutonovich kıyamet sonrası bir geleceğin sembolü olsa da, filmin eleştirel alt metni ikisinin birleşim noktası olarak bugünden geçiyor. Ekrana kilitlenmeyi eleştiren bu filme, mitolojilerdeki serüvenlerin modern bir yorumunu izleyerek kilitlenmeye hazırsanız sizi Disney+’a alalım.


BİR UZAY KÂBUSU

Ash

Rahatsız edici filmlerin müptelalarını da unutmadık. Prime bu ihtiyacınızı bilimkurgu ve korku türlerindeki ‘Ash’ (Kül) ile karşılamaya aday. Uzay-korku diyelim biz buna… Olay örgüsünden ziyade söz konusu türlere özgü atmosferi solutma vaadindeki filmin yönetmenliğini aynı zamanda Flying Lotus yapıyor. ‘Ash’in esas iddialı olduğu alan ise görsellik. CGI’ın ustaca ve yer yer ‘organik dokuya’ yakınlaştırılan kullanımıyla, gerçekçiliği kaybetmeden bir animasyon izliyormuşsunuz gibi, bir bilgisayar oyunun içindeymişsinizcesine kapılıp gidiyorsunuz. Olay örgüsü pek de umrunuzda olmamaya başlıyor açıkçası.

Hikâyenin çıkış noktası bilindik: Bir grup astronot Dünya’ya benzer bir gezegen bulmak için göreve gider ve işler karışır. Bu kez hikâyeye işlerin çoktan karıştığı noktadan başlıyoruz. Doğrusal olmayan bu anlatıda ne olup bittiğini anlamak için saatler öncesini aydınlatmaya çalışırken Dünya’ya güvenle dönebilmek için saatler sonrasına yetişmeye çalışıyoruz. Bu iki zaman diliminin ortası, yani şimdi ise kaos dolu.

Riya (Eiza González) yara bere içinde, hafızasını kısmen kaybetmiş şekilde, görev yaptığı uzay istasyonunun içinde uyanır. Ne olduğunu anlamak için etrafı gezerken arkadaşlarının öldürüldüğünü görür. İstasyondan dışarı çıktığında olağanüstü bir uzay manzarasıyla karşılaşır, ancak nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktur. Atmosferde uçuşan küller ise başlıksız çıktığı için bir süre sonra onu zehirlemeye başlar. Kendini zar zor içeri atan Riya kendine çipli bir bant yapıştırarak ilkyardımını yapar, ancak bunun yan etkisi, son anılarına dair parça parça da olsa hatırladığı görüntüleri de geçici süre yatıştırmasıdır.

Riya bu şefin ortasındayken istasyona Brion (Aaron Paul) adlı bir başka astronot daha girer. Riya onu da hatırlamaz, ancak aynı ekipten olduklarını öğrenir. Riya arkadaşlarına ne olduğunu öğrenmek için kalmak isterken Brion bir sonraki yörünge eşleşmesine yetişmek ve Dünya’ya dönmek konusunda ısrarcıdır. Tek sorun bu fikir ayrılığı da değildir. Riya ve Brion birbirlerine güvenip güvenmemek konusunda da sıkıntı yaşarlar, sorun şu ki hatırladığı parça parça anılardan ötürü artık Riya da kendine ne kadar güvenebileceğini bilmiyordur.

Rahatsızlık geliyorum diyor

Filmin genelinde sürekliliği bozan geçişler ve sıkışıklığı öne çıkaran kadrajlar kullanılmış. Dolayısıyla bir türlü uyanamadığınız bir kâbus düşünün, filmin genel hissiyatı tam olarak bu. Bu kâbusa hayli klostrofobik bir ortamda canınızı korumanın derdine düşmeyi ekleyin. ‘Body horror’ (vücut korkusu) dedikleri ögeler yani yaralar, kanlar, insan dışı bir yaşam formunun/organizmanın tiksindirici dokungaçları ve karanlıkta görseniz korkacağınız suratlar ise filmin görsel huzur kaçıranları.

Tüm bu saydıklarımızın sizi rahatsız etmeyeceğini düşünüyorsanız görüntü yönetmenliğini Richard Bluck’ın üstlendiği ‘Ash’ sırf gözünüz şenlensin diye bile izlenebilir, hele de görsel bir işle uğraşıyorsanız size ilham olacağı kesin. Keşfedilen gezegenin aşkın/tanrısal manzarası ayrı bir görsel şölen sunarken sürekli yanıp sönen ışıklara tahammül edebilirseniz istasyonun içi başka bir görsel dünya vadediyor. Mavi ve kırmızı ışıkların strobe efekt benzeri geçişlerle ekranı mora boyadığı bu uzay istasyonu diskovari bir mekânı çağrıştırıyor ki bu oldukça doğal, çünkü yönetmen Flying Lotus aynı zamanda bir DJ. Bunu öğrendiğinizde taşlar yerine oturuyor, filmde ara sıra duyduğunuz tekno müzik melodileri ve film izlemekten ziyade saykodelik bir deneyim yaşadığınız hissi anlam kazanıyor.

Başta söylediğimizi yineleyelim, olay örgüsü için izlemezseniz mutsuz olmazsanız, aksi halde kendinizi filmi hızlandırarak izlerken bulursunuz. Parlak bir hayal gücünden çıktığı belli bir atmosferle çevrelenmek isterseniz, işte aradığını bulursunuz. Başrolün oyunculuğu da yetersiz demekle yetinelim. Yine de olay örgüsünde kayda değer bir alt metin var, o da insanların bir Dünya’yla yetinmeyip (çünkü onu mahvedip) başka yerleri istila etmeye çalışması. Bu anlamda, bu cümle filmden bilgi (spoiler) içerir insanların, kurtulmak istedikleri o asalak organizmadan ne farkı var ki? ‘Ash’ görsel anlatı tutkunlarını Prime’da bekliyor.


HER ŞEY DANS İÇİN!

Étoile

Hafta sonu baleyle buluşmaya ne dersiniz? Prime’da yayınlanan dans temalı yeni dizi ‘Étoile’, bale öğrencilerini odağına alsa da bir müzikal değil, ayrıca ‘Tiny Pretty Things’ gibi entrikalarla dolu bir melodrama da değil. ‘Étoile’, konusundan beklenmeyecek dozda mizahı ufak dram tutamlarıyla harmanlıyor ve ortaya oldukça keyifli bir hafta sonu seçeneği çıkarıyor. Dizinin yaratıcılarının ‘Gilmore Girls’ ve ‘The Marvelous Mrs. Maisel’dan tanıdığımız Amy Sherman-Palladino ve Daniel Palladino olduğunu, başrollerde de Luke Kirby ve Charlotte Gainsbourg’un yer aldığını eklesek?

Biri New York’ta (Metropolitan Bale Tiyatrosu), diğeri Paris’te (Le Ballet National) bulunan iki prestijli bale merkezi iflasın eşiğindedir ve her iki tarafı da kurtarabilecek (kurtarırken biraz da çileden çıkarabilecek) tek bir çözüm vardır: Güçlerini birleştirmek. Buna göre iki merkez de Erasmus misali, en yetenekli öğrencilerini birbirlerine bir yıllığına gönderirse hem yeni yüzlerle sahneler canlanacak hem de bilet satışlarında patlama yaşanacaktır. Tabii ki iyi bir tanıtım kampanyası ve bol sıfırlı sponsorluk desteğiyle! Hangi öğrencilerin takas edileceği konusuysa ayrı bir muamma!

New York’taki merkezin yöneticisi Jack rolünde Luke Kirby karşımızda. Paris’teki merkezde ise Geneviève’i Charlotte Gainsbourg canlandırıyor. Geçmişte romantizm yaşamış bu ikili, şimdi didişmekten keyif alan zoraki ortaklar olarak karşımıza çıkıyor, bu da ekranlara ekstra keyif olarak yansıyor. Asıl amaçları baleyi kurtarmak değil; birbirlerinin yıldız öğrencilerini kapmak. Ancak vurgunu Jack yapıyor ve Geneviève’den, Fransa’nın ve Le Ballet National’in yükselen yıldızı Cheyenne Toussaint’i (Lou de Laâge) kapıyor. Dizi, Fransızcada ‘yıldız’ demek olan adı ‘Étoile’i de Cheyenne’den alıyor.

Protesto eden ve edilen sanatta buluşuyor

Yıldız dediysek gözünüzde kaprisli ve çıtkırıldım biri canlanmasın, zira Cheyenne sizin bildiğiniz yıldırlardan değil! Çok iyi bir dansçı olması, izleyende cennetten bir kesite bakıyormuş hissi yaratabilmesi birçok özelliğinin yanında en az ilgi çekici olanı. Cheyenne aynı zamanda tutkulu bir çevre aktivisti. İlk sahnesinde, büyük bir şirketin gemisine teknesiyle yapışıp eylem yaparken tanıyoruz onu – ve hemen ardından gözaltına alınmasıyla! Ancak Cheyenne söz konusu bale değişim programı sayesinde, araya bale merkezinin de girmesiyle serbest kalıyor. ABD’ye gitmeye niyeti yokken bir anda kendini uçakta buluyor. Gittiği her yerde fırtına gibi esiyor ama sahneye çıktığında baleyi neredeyse yeniden tanımlıyor. Kısacası Cheyenne, pamuk şekeri gibi bir zarafetle hırçınlığın eşsiz bir karışımı. Ya çok seveceğiniz ya katlanamayacağınız karakterlerden.

‘Étoile’ kendi kendini bile ciddiye almayan eğlenceli havasına rağmen, sanatın ve sanatçının kapitalize dünyada hayatta kalabilmek için nelere tahammül etmek zorunda kaldığı alt metnini de içeren, hatta bizzat bununla başlayan incelikli bir hikâye. Bu değişim programının gerçekleşmesi ve iki önemli sanat merkezinin yaşayabilmesi için el açtıkları sponsor, Cheyenne’in protesto ettiği, Jack’in de asla bir arada bulunmak istemeyeceği, kirli sermaye sahiplerinden biri mesela. Ama ona muhtaç oldukları için yapacakalrı bir şey yok, bu rolü usta isim Simon Callow oynadığı için de bizim yapacak bir şeyimiz yok, karakteri sevmesek de seveceğiz! ‘Étoile’ hafta sonunu keyifli geçirmek isteyenlere yormayan eğlence vaadiyle Prime’da.

Black Mirror başladı: Distopyaya (yeniden) hoş geldiniz!Black Mirror başladı: Distopyaya (yeniden) hoş geldiniz!

ÇOK OKUNANLAR