Paris’teki Amerikalılar
30 Nisan 2025

19. yüzyılda Paris dünyanın  sanat başkenti gibiydi. Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya darbe yiyince, diğer sanat merkez olan Viyana kültür merkezi olma konusundaki gücünü Paris’e kaybetti.

Böylece dünyanın hem sanat hem kültür başkenti olan Paris dünyanın her tarafından entelektüellerin, sanatçıların, düşünürlerin ilgi odağı haline geldi.

En çok ilgi de Amerika’dan geliyordu. Amerika’nın Paris’e ilgisi iç savaşından sonra başlamıştı. John Adams başta olmak üzere yeni oluşturulmaya başlanan genç ülkenin düşünürleri yeni olanı öğrenmek için Paris’e yoğunlaşmışlardı. 19. yüzyılda Paris’e giden Amerikalılar daha çok siyasi fikirlerle, siyaset kültürü ile ilgiliydiler.

19. yüzyıl sürecinde Paris merkezli olağanüstü canlı sanat çevresi, sanatta yeniyi temsil eden akımların Paris merkezli olması ve dönemin Amerika’sına göre daha özgür ortamı nedeniyle Paris 19. yüzyıl sonuna doğru Amerikan sanat ve kültür dünyasının da ilgisini çekmeye başladı.

Bu ilgi oluştuktan sonra Amerika’dan Paris’e olağanüstü bir seyahat trafiği başladı.

Söylediğim gibi Paris zaten dünyanın her tarafından insanın ilgi odağıydı, Amerikalıların da gelmesiyle “Expatriate” diye adlandırılan yabancı camianın Paris’teki canlılığı arttı.

Bu yabancı camianın Paris maceralarını Arlen Hansen’in yazdığı “Expatriate Paris: A Cultural and Literary Guide to Paris of The 1920’s” adlı kitapta (2012) okuyabilirsiniz.

Yabancı camiası o kadar dinamik ve canlıydı ki onların ne yaptığını ve yaşamlarını takip etmek için “Expatriates” adında bir dergi bile çıkarıldı.

Bir süreliğine yaşamak için Paris’e gelen yabancıların çoğu iyi eğitimli, kültürlü olduklarından onların da Paris düşünce hayatına katkıları büyüktü.

Amerika’nın fikir ve sanat dünyasının gelişiminde de Paris’in gerçekten önemli bir yeri vardır.

Hattta David McCullough, “The Greater Journey: Americans in Paris” adlı kitabında Amerika’nın oluşumunda Paris’in ne kadar da önemli bir etkisi olduğunu gösteriyor.

New York Times gazetesinde 27 Mayıs 2011’de bu kitabın değerlendirmesini yapan Stacy Chief yazısına “How Paris Created America” (Paris Amerika’yı Nasıl Yarattı) başlığını atmıştır.

Bence Amerika’nın Paris tarafından yaratıldığı oldukça abartılı bir sonuç olsa da kendini yaratma sürecinde olan Amerika’nın kültür ve sanat dünyasının ne yöne gideceğini uzunca bir süre kesinlikle Paris belirlemişti. Çünkü Paris’e gelen Susan Sontag ve Miles Davis gibi yazar ve sanatçılar ülkelerine dönünce sonuçta tüm dünyayı konuşturan eserler vermeye devam ettiler.

“Papa” lakaplı Ernest Hemingway âdeti olduğu üzere Paris’te de maço bir dağıtma sürecindeydi.

Sarah Bernard ölüm korkusunu yenmek için Paris’te bir gece tabut içinde uyudu. Tüm Fransızların takıntısı haline gelen Josephine Baker şehrin gece yaşamına damgasını vuruyordu. Cole Porter yeni sesler ile denemelerini yapmak için eşiyle birlikte Paris’teydi. Keza F. Scott Fitzgerald o dönemde modernin anlamını belirleyen Paris’teki hayatı görmek için eşiyle şehirdeydi. Gertrude Stein edebi dünyanın havasını kokluyor ve perde arkasından ona etkide bulunmaya çalışıyordu. Amerika’da klasik müziği geliştirecek Aaron Copland müzikte yeni olanı görüp öğrenmek için şehirdeydi. Ezra Pound, Alice B. Toklas, Henry Miller da Gertrude Stein ile birlikte aktif biçimde edebiyat dünyasının içindeydiler. Daha sonraları dans alanında Amerika’da ve dünyada devrim yaratacak Isadora Duncan Paris’teki dans camiasının içindeydi. 

Josephine Baker’ın Paris yaşamı ise başlı başına ayrı bir roman gibiydi. Baker, Fransa’ya 1925’de yerleşince deyim yerindeyse tüm ülkede bir Josephine Baker aşkı yaşanmaya başlandı. Ernest Hemingway, “Baker benim hayatımda tanıdığım en muhteşem kadın,” tanımlaması yaparken, Pablo Picasso, Baker’ın resimlerini çizdi. Le Corbusier onun için bir bale yazdı, Jean Cocteau onun film setlerini tasarladı ve arkadaşı olarak onun yıldız statüsünü sosyetede sağlamlaştırmasına yardımcı oldu. Matisse ise Baker’ın bir modelini yapıp onu yatak odasına astı. Anlayacağınız Fransa’da tam bir Baker çılgınlığı yaşanmıştı.

Dönem Avrupa’sının en önemli tasarımcılarından bir tanesi olarak kabul edilen Adolf Loos, Paris’e yerleştikten sonra tanıştığı Josephine Baker’ın evinin ve havuzunun tasarımını üstlendi. Ortaya çıkan model, yıldız tarafından sonradan pek kullanılmasa da havuzların özeli ve kamuyu kaynaştıran iç çelişkilerini oldukça orijinal ve farklı biçimde sentezleyen yeni bir modeldi. Bu havuz sadece Josephine Baker’ın yüzebilmesi ve eğer misafirleri varsa onların da yüzerken Baker’ı suyun altında seyredebilmeleri için düzenlenmişti. Anlayacağınız, röntgenci arzulara hitap eden bir yanı vardı, statü sahiplerini uzaktan gözlemleme âdeti Baker’ın evinin içinde de sürecekti. Havuzların statü oluşturma ve statüye tapınma fonksiyonlarının bu kadar abartılı biçimde yüze çarpılıyor olmasından mıdır nedir Josephine bu havuzu hemen hemen hiç kullanmadı ve havuz bir mimari anıt olarak kaldı. (Bakınız: “Loos and Baker: A House for Josephine” 5 Mart 2018 Architectural Review dergisi.)

ÇOK OKUNANLAR