Bazı insanlar vardır… Güneşi görünce ısınmak yerine, gölgede kalmayı tercih ederler. Başkasının gülüşü onların içini karartır. Kendi mutsuzluklarına siper olarak, başkalarının mutluluğunu hedef alırlar. Kıskançlık, işte tam da bu noktada devreye girer.
“Kıskanç insan, kendini sokan akrep gibidir.”
Ne çarpıcı, ne gerçek bir tanım bu! Başkasına zarar vermeye çalışırken, en büyük zararı kendine veren o sinsi duygu: kıskançlık. Çünkü kıskançlık, sadece bir başkasına yönelen olumsuzluk değil; insanın içini içten içe kemiren bir ruh zehridir.
Kıskançlık, doğaldır. İnsan doğasında vardır. Kimi zaman çocuklar kardeşini kıskanır, kimi zaman sevgililer birbirini… Bazen de en yakın dostlar arasında sessiz bir savaş başlar. Ama her şey gibi bunun da fazlası zararlıdır. Tuz kararınca güzeldir; fazlası yemeği de, hayatı da bozar.
Toplumumuzda kıskançlık çoğu zaman “rekabet” ya da “gerçekçilik” kisvesi altında gizlenir.
Yeni bir araba alınır; komşu çatık kaşla bakar: “Krediyledir o kesin.”
İyi bir işe girilir; kuzen söylenir: “Tanıdığı vardır, torpilsiz mümkün değil.”
Mutlu bir çift paylaşım yapar sosyal medyada; takipçi içinden geçirir: “Bunlar da hep gösteriş peşinde.”
Tebrik etmek zor gelir, takdir etmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü içten içe şu cümle yankılanır:
“Ben neden o değilim?”
Kıskançlık, çoğu zaman başkasını kıyasladığımızda değil, kendi eksikliklerimizi fark ettiğimizde başlar. Kendi yapamadıklarımız, cesaret edemediklerimiz, ertelediklerimiz… Başkası gerçekleştirdiğinde içimiz burkulur. Ama işte tam orada bir seçim hakkımız doğar:
Ya hayranlıkla bakarız ve ders çıkarırız…
Ya da aşağı çekmeye çalışırız ve kendimizi de dibe sürükleriz.
Şunu unutmamak gerekir:
Bir mum, başka bir mumu tutuşturduğunda kendi ışığından kaybetmez.
Ama biz çoğu zaman, başkasının mumunu söndürerek daha parlak olacağımızı sanırız.
Halbuki ışığı söndürmek karanlık getirir. Hem başkasına, hem kendimize…
Kıskançlık yalnız bireysel değil, toplumsal bir hastalıktır.
Siyasette, medyada, akademide…
Birbirini destekleyen değil, çeken, tökezleten insanlar topluluğuna dönüşürsek; ilerlememiz, gelişmemiz, hatta mutlu olmamız mümkün değildir.
Bir başkasının başarısını alkışlayamayan toplumlar, kendi kahramanlarını yetiştiremez.
Oysa hayat, başkasının hayatına müdahale etmeden de güzeldir.
Bir dostun sevgilisini, işini, evini, servetini, şansını kıskanmak yerine; onun mutluluğuna şahitlik etmek de insana enerji verir.
Pozitif enerji, bumerang gibi döner dolaşır ve geri gelir.
Gerçek başarı, başkalarının başarısından korkmayan, onları desteklemeyi bilen yüreklerde yeşerir.
Yazının başındaki benzetmeye dönelim: Kendini sokan akrep…
Zehri başkasına yönelmiş gibi görünse de aslında her sokuş, ruhunun içine bir hançer daha saplar.
Kıskanç insan, sadece başkalarına değil; önce kendine zarar verir.
Ne mutludur ne de memnun… Hep bir eksiklik, hep bir yetersizlik hissiyle yaşar.
Ve her başarılı insanı düşman, her mutlu insanı rakip görür.
Oysa huzur; başkasının mutluluğuyla da mutlu olabilmeyi öğrendiğimizde gelir.
Kıskanmak yerine ilham almak…
Kıyaslamak yerine gelişmek…
Bunu yapabildiğimizde akrep olmaktan çıkar, kelebeğe dönüşürüz.
Zehir yerine, zarafet taşırız.