PKK zafer mi kazandı?
13 Mayıs 2025

Yıl 1986. Londra’da sabah gazeteyi açtım okumaya başladım, az kalsın küçük dilimi yutacaktım.

Bir gün önce Margaret Thatcher Başkanlığındaki hükümet Birleşik Krallık’ın bir parçası olan Galler’le ilgili müthiş bir plan açıklamıştı, Thatcher da planla ilgili basın toplantısında konuşmuştu.

Plan büyük ölçüde kültürel bir plandı ama elbette siyasi tarafı da vardı. Buna göre Galler’de konuşulan dil, yani Gal Keltçesi veya Galce “ölmekten kurtarılacak”tı, ülkedeki bütün tabelalar çift dilli olacaktı, İngilizce ve Gal Keltçesi. Bu dilde yapılan sinemaya, tiyatroya, kitap yayıncılığına ve müziğe destek verilecekti.

Haberi okurken Türkiye’yi düşündüm. Türkiye’de Kürtçe dili saçma sapan bir tabuya dönüşmekte ve yasaklanmaktaydı. Kürt illerinde trafik ve yol tabelalarının iki dilli olması hayal bile edilemiyordu.

Daha birkaç ay önce THY uçağıyla Diyarbakır’dan havalanıp İstanbul’a gelirken düşünmüştüm: Uçak kalkarken yolcuların alması gereken güvenlik önlemleri Türkçe ve İngilizce söyleniyordu ama Kürtçe söylenmiyordu. Tahminimce arka koltuğumda oturan orta yaşlı bir adam, yanındaki annesine hoparlörden gelen hostesin konuşmasını Kürtçeye tercüme ediyordu.

İngiltere çok medeni olduğu için mi Galceyi desteklemeye karar vermişti, biz medeniyetten nasibimizi almadığımız için mi koca bir dili ve halkı yok saymaya kalkışıyorduk?

İngiltere, uzun yıllardır var olan Gal bağımsızlıkçı hareketinin kimi taleplerini kabul ediyordu; çünkü işlerin İskoçya’da olduğu gibi sarpa sarmasını önlemek istiyordu. Galceye bir yasak zaten yoktu ama modern hayat bu dili konuşanların sayısını giderek azaltıyordu, kültür sanat yoluyla dili yaşatmak istiyorlardı.

Oysa biz dilden, kültürden korkuyorduk. Neden? O dilin serbest olmasını PKK siyasi hedefleri içinde saydığı için.

Bir seferinde eski bir Genelkurmay Başkanıyla yaptığım tartışmada verdiğim örneği vereceğim: PKK, her sabah diş fırçalamanın ağız sağlığı için vazgeçilmez olduğunu siyasi hedeflerine eklese biz diş fırçalamayı yasaklayacak mıydık?

1996 yılı başında biraz zaman geçirmek için New York’a gittim; ilk kez bu kadar uzun kalacaktım, üç hafta kadar.

Yanında konakladığım arkadaşımın evi Manhattan’ın “Alphabet City” diye anlan bölgesindeydi, burada caddeler 1, 2, 3 diye gitmiyordu da, A, B, C diye gidiyordu. Burası Manhattan’ın ‘Aşağı Doğu Yakası’ diye adlandırılan semtiydi, İngilizce ismi “Lower East Side of Manhattan.” Ama sokaklardaki tabelalarda “Loisiada” yazıyordu. 

Başta bunun o isimli bir kişiyi onurlandırmak için yazıldığını düşündüm, birisine de sordum: “Kim bu Loisiada?”

Güldüler bana. Beni evinde konuk eden arkadaşım, “Bu” dedi, “Latin ağzıyla Lower East Side’ın söyleniş biçimi.”

Yine küçük dilimi yutuyordum. Bizim ülkemizin tabularına bak, buradaki tabu yokluğuna bak… Sokak ağzını tabela yapanla tabelada bir şey yazmasından korkan arasındaki fark dehşet verici.

Evet, elbette hep toplumun, her yerel kültürün kendi kendine anlattığı ve sonra da inançla sarıldığı hikayeleri vardır. Ama bu hikayeler tabulara, üzerinde tartışılamaz konulara dönüşmeye başladığında tehlikeli hale gelirler. Ana dili kullanmak, onu geliştirmek gibi son derece sıradan bir konunun Türkiye’de hapislik suç haline gelmesi, bizim bize ait bir acayipliğimizden başka bir şey değildi.

Bu tabumuz bugün bile devam ediyor. Ne olur mesela Milli Eğitim Bakanlığı bazı derslerin kitaplarını Kürtçe olarak da hazırlatsa ve Kürtçe bilen öğretmenler işe alsa, sonra da kimi okullarda isteyen öğrencilere o dersleri Kürtçe olarak verse? Türkiye yıkılır mı, o çocuklar büyüdüklerinde ülkeyi mi bölerler?

Ama ana dilde eğitime gelmezden öncesi var tabii. Türkiye’de “Kürt” kelimesinin “Dağ Türklerinin karda yürürken çıkardıkları kart-kurt seslerinden geldiğini” söyleyenleri gördük biz. Yani Kürt diye bir millet yoktu; eh millet olmayınca dil de yoktu.

Ahmet Altan 1994 yılında “Atakürt” başlıklı bir yazı yazdı diye az kalsın Taksim meydanında linç edilecekti.

Pek azımız, “Ne oldu da biz böyle tabulara sahip olduk” sorusunu sordu. Öyle ya, benim gibi hayal meyal de olsa 70’li yılları hatırlayanlar biliyor: Bizim böyle bir tabumuz yoktu o zamanlar, daha doğrusu Kürtlerin var olup olmadığına ve kendi ana dillerine sahip olup olmadığına dair tabularımız bu sertlikte değildi, bu mesele konuşulan, yazılıp çizilen bir konuydu.

Bu tabuların Türk milleti içinde yaygınlık kazanmasının kök sebebi, sanıldığı gibi sadece Türklerdeki ırkçı eğilimler değildi; PKK diye bir örgüt varolmasa, Türklerdeki o ırkçı eğilimler bu denli yükselemez, bu denli tabu yaratıcı pozisyona gelemezdi.

En komik örnek Nevruz aslında. PKK bu bayramı Kürt mitolojisiyle birleştirip bir nevi ulusal bayram gibi kutlamaya başlayınca Türkiye yıllarca Nevruz’u inkar etti, sonra bu inkarın saçmalığını görüp bu kez resmi düzeyde sahiplendi, valiler gelip ateşlerin üzerinden atladı falan, komik görüntüler ortaya çıktı.

Oysa ben çocukken Nevruz her 21 Martta bizim fazlasıyla beyaz Türk mahallemizde bile ateş yakılıp kutlanan bir şeydi.

Bütün bu hikayeleri anlatıp lafı uzatmamın sebebi, PKK’nın kendini fesh kararı alıp silahlı mücadeleye son vermesi. Bunu yaparken yayınladıkları metinde “zafer kazanmak”tan söz ediyor ayrılıkçı terör örgütü.

İyi Parti lideri Müsavat Dervişoğlu başta bazılarımız ise düne kadar PKK Allah bir dese şüpheyle karşılarken bugün ansızın pozisyon değiştirip “zafer” kelimesini kullanan PKK’nın sahiden zafer kazandığını söylemeye başladılar.

Neymiş zafer? Tam söylemiyorlar ama dillerinin altındaki bakla, Kürtlerin kültürel kazanımları.

Oysa ben tam tersini söylemeye çalışıyorum: PKK diye bir örgüt hiç varolmasa ana dilin kullanımı, eğitimi, popüler kültür dili olması vs zaten sorunsuz biçimde çoktan gerçekleşmiş olurdu.

PKK yüzünden bu temel haklar 90’lı yıllarda Türkiye’nin verip vermemeyi konuştuğu tavizlere dönüştü. Ne ayıp bir şey. PKK, tam da beklenen şekilde Türkiye’de Türk milliyetçiliğini patlattı ve onyıllar boyunca bu ülkenin kendi halkına demokrasiyi ve temel insan haklarını vermeyi ertelemesinin bahanesi oldu. Bugün bile bu böyle. Siz Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş neden hala hapiste sanıyorsunuz?

Objektif olarak baktığınızda, gerek Abdullah Öcalan’ın 2015’ten beri yaptığı çağrılar ve açıklamalar, gerek yine Öcalan’ın en son 27 Şubat’taki açıklaması ve nihayetinde de bugün PKK’nın kendini feshettiğini duyurması, silahlı mücadeleyi bırakması yenilginin, “Biz 40 yıl savaştık ama bir arpa boyu yol gidemedik” demesinin itirafıdır. Bu süreçte yenilen taraf açıkça PKK’dır.

Ama onların yenilmesi Türkiye’de devletin zafer kazanması anlamına da gelmez. Çünkü buna “zafer” adını takacaklar olsa bile bu çok büyük bedeller ödenerek elde edilmiş bir “zafer.”

Doğrusu bu savaşın hiç yaşanmamış olmasıydı.

Bu savaştan Türkiye de çok fazla şey kaybederek çıkıyor, hiç unutmayın.

ÇOK OKUNANLAR