Dünyanın farklı ülkelerinde insanlar neden sokaklara çıkıp protesto gösterileri yaparlar? Karşılarında neden polis güçleri vardır? Polis neden genellikle şiddet uygular? Şiddete maruz kalanlar hayatlarının geri kalan kısmında hangi travmaları yaşarlar? Bir ülkede insanlar nasıl birbirlerine düşman olurlar? Televizyonlarda şiddet görüntülerini izleyen çoğunluk neden çoğunlukla tepkisizdir?
Dominik Moll’un yönettiği Altın Palmiye yarışındaki Fransız yapımı ‘137 Numaralı Dosya / Dossier 137’ çoğu zaman cevaplanamayan böyle sorulara odaklanıyor ve izleyiciyi düşünmeye davet ediyor.

Dominik Moll’un yönettiği ‘‘137 Numaralı Dosya / Dossier 137’ filminde başrol oyuncusu Lea Drucker etkili performans sergiliyor.
2018 yılında Fransa’da ‘Sarı Yelek’ giyen binlerce kişi hükümetin ekonomi politikalarını protesto etmek amacıyla gösteriler yapmıştı. Yine festival zamanıydı ve göstericiler Cannes kentinin dış mahallelerine kadar gelebilmiş ancak festivalin ve konukların huzuru bozulmasın diye daha ileri gitmelerine izin verilmemişti. Televizyonlar da (herhalde festivale odaklandıklarından olacak) göstericilerle ilgili haber yapmaktan kaçınmışlardı.
Film sokakta çatışan iki grubun görüntüleriyle açılıyor. Kimin hangi taraftan olduğu belli değil. Herkesin kafasında kasklar var. Eline geçirdiği taşı karşı tarafa atan adam kameraya dönünce bir polis olduğunu anlıyoruz.
Sorguyu yapan kadın bir polis müfettişi. Görevi yasa dışı davranan polisleri saptamak ve soruşturma açmak. Bir anlamda ‘polisin polisi’ görevini yapıyor. Taşı atan memur ekranda kendi yüzüyle karşı karşıya kalınca çok şaşırıyor ama hemen kendini toparlıyor. Şefine saldıran göstericilere çok sinirlendiğini, kendini kaybettiğini ve taşı attığını söylüyor.
Kadın müfettişin üzerinde çalıştığı 137 numaralı dosya, başına isabet eden kapsül nedeniyle kafatası kırılan ve hastanede tedavi görmekte olan 20 yaşında bir gösterici ile ilgili.
İki kardeş gösterici: Biri tutuklu diğeri hastanede
Önce göstericinin ailesini tanıyoruz. Anne ve üç çocuğu küçük bir kasabada yaşıyorlar. Düşük ücretler nedeniyle hayatlarından memnun olmadıkları için ilk defa bir gösteriye katılmak için Paris’e gelmişler. Çocuklardan biri hastanede hayata tutunmaya çalışıyor, diğeri tutuklanmış, 10 dakika süren bir yargılama sonucu hapse mahkum edilmiş ve doğal olarak işini kaybetmiş.
Çocuğu vuran polisleri saptamak çok güç, çünkü hepsi sivil giyinmiş ve kaskları var. Üstelik sorgu sırasında hiçbir ayrıntıyı hatırlayamıyorlar. (!) Bir başka büyük sorun sorgulanan polislerin terörist saldırılar sırasında ülkeyi kahramanca savunan özel kuvvetler bölümünde görev yapmaları. Polis müfettişi çok titiz bir araştırma sonucu, kamera ve çep telefonu görüntüleri yardımıyla iki şüpheliyi belirliyor… Ancak adalet çok farklı bir şekilde çalışıyor.
Tanıdık bir konu
Baştan sona gerilimi hiç azalmayan ‘137 Numaralı Dosya’, izleyiciyi zor sorularla baş başa bırakıyor. Kanun ve düzen nasıl sağlanmalı? İyi polis ile kötü polis arasındaki ince çizgi nasıl saptanabilir? Barış içinde gösteri yapan insanlarla saldırganlar nasıl ayırt edilebilir? Politik olarak kutuplaşmış bir ülkede adalet nasıl sağlanabilir? Bu soruların kesin cevapları yok.
Gerçek bir olaydan yola çıkılarak çekilen ‘137 Numaralı Dosya’ çok güncel, önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir film. Başrol oyuncusu Lea Drucker’in performansı da çok iyi. Jüri başkanının Fransız olduğu da düşünülürse filmin festivalden bir ödülle dönme olasılığı çok yüksek.
Filmin bizim ülkemizle ilgili önemine gelince: ‘137 Numaralı Dosya’ Gezi olaylarını yaşamış ve şimdilerde de sokakları huzursuz olan Türkiye’de mutlaka gösterilmeli ve izlenmeli.

Robert De Niro söyleşisinin moderasyonunu yapan yönetmen JR oyuncudan daha fazla konuşunca söyleşi verimli geçmedi.
Yazık olan bir söyleşi
Bu yıl Cannes Film Festivali’nde Onur Ödülü alan Robert de Niro’nun izleyicilerle buluşması festivalin en önemli etkinliklerinden biriydi. Ödül töreninde yaptığı konuşmada ABD Başkanı Trump’ı sanat düşmanı olarak niteleyen, sanatın insanları birleştirdiğini, gerçeği aradığını, farklı düşüncelere kucak açtığını, bu nedenlerle de otokratlar ve faşistler için tehlikeli olduğunu söyleyen de Niro’nun 90 dakika sürecek söyleşide hangi konulara değineceği merakla bekleniyordu.
1068 koltukla ile festivalin ikinci büyük mekanı olan Debussy salonu tamamen doluydu ve Robert de Niro’nun sahneye gelmesiyle herkes ayağa kalktı ve büyük bir alkış başladı. Arkasından sinema tarihinde yer etmiş De Niro filmlerinden sahnelerin yer aldığı, iyi hazırlanmış bir tanıtım filmi gösterildi. Buraya kadar her şey çok iyiydi.
JR adında bir Fransız yönetmen var. Şapkası ve kara gözlüklerinden hiç ayrılmayan bu adamı 2017 yılında Agnes Varda ile birlikte yönettiği ‘Yüzler, Mekanlar’ adlı belgeselden hatırlayabilirsiniz.
İzleyiciler isyan etti
Ne yazık ki Robert de Niro söyleşisinin moderatörlüğü görevi bu kişiye verilmişti. Bunun nedeni de JR’ın de Niro’nun babası (ve ailesi) ile ilgili bir belgesel çekmekte olması imiş. Her yönetmen biraz megolamandır, ancak JR tedavi gerektirecek kadar ağır bir vaka. Söyleşinin ilk cümlesinden itibaren sürekli belgeselinden konuştu, filmden sahneler gösterdi. Ama daha da kötüsü, De Niro’yu neredeyse hiç konuşturmadı. Söyleşiye de yazık oldu. O kadar ki bir izleyici ‘Sinema konuşun’ diye bağırdı.
JR’ın konuyu dönüp dolaşıp De Niro’nun babasıyla ilişkisine ve ölüm hakkında ne düşündüğüne getirmesi bıkkınlık vericiydi. İzleyicilerden gelen sorular da ne yazık ki çok anlamsızdı. Ben sadece aldığım notlardan iki soruya verilen cevapları yazmakla yetineceğim.
– Ölümden korkuyor musunuz?
– Korkuyorum, ama bir seçeneğim yok. Eğer seçeneğiniz yoksa aslında korkmanıza da gerek yoktur. Hayata sarılmalısınız, ileriye bakmalısınız ve her şeyi olduğu gibi kabul etmelisiniz.
– Bir senaryoyu ilk kez okuduğunuz andaki deneyimlerinizi paylaşır mısınız?
– İlk intibanız genelde en doğru olandır. İçgüdülerini takip edin. Yönetmen de size yardımcı olacaktır, ancak her zaman haklı olmayabilir. Kendi iç sesinizi de dinleyin.
– Sabahları erken kalkar mısınız?
Evet, bu soru da soruldu. Robert de Niro erken kalkmayı severmiş.