Bundan 4 bin yıl önce, bugünkü modern Irak sınırları içinde bir “Babil uygarlığı” vardı. Bu uygarlık birbiriyle neredeyse sürekli savaş halinde olan iki uygarlığın toplamına bugün verdiğimiz ad aslında.
Bir yandan en güneyde Sümer uygarlığı vardı, onun kuzey batısında ise Akad uygarlığı.
Bunlar insanlığın ortaya çıkardığı ve bugünkü modern devlete en çok benzeyen ilk uygarlıklardı. Merkezi bir devlet, devlet bürokrasisi, tabii ki ordu. Ama bu uygarlıkları bugünkü modern devletlere en çok benzeten unsur hukuktu. Onlar ülke çapında yeknesak uygulanacak kanunları icat eden ilk uygarlıktı.
Bildiğimiz en eski yasa kitabı Ur kralı Ur-Nammu’nun (milattan önce 2050). Ama bunların en meşhuru, bugün Fransa’da Paris’teki Louvre Müzesinde sergilenen meşhur taş üstünde yazılı hali bulunan Hammurabi kanunları. Onların tarihi milattan önce 1792-1750 arasındaki 42 yıla götürülüyor.
Kendisinden önce gelen bütün Sümer ve Akad kralları gibi Hammurabi de, kendi yönetme meşruiyetini Babil’in tanrısı Marduk’tan aldığını söylüyordu, bu kanunların da onun kulağına bizzat güneş tanrısı Şamaş tarafından üflendiğini, kendisinin de kaleme aldığını anlatıyordu.
Bugün tabii böyle şeylere inanmıyoruz; hiçbir yöneticiye “Bu ülkeyi sen yöneteceksin” görevi bizzat Tanrı tarafından verilmiyor; o görev ancak seçim kazanarak yapılabiliyor. Aynı şekilde kanunların kaynağı da artık Tanrı değil.
Ama işin bu inanç boyutunu bir an kenarda bırakırsak şunu görüyoruz: Bundan 4 bin yıl öncenin kralı, ülkesi çapında uygulanacak standart bir hukuk belirlemişti. Yani kurallar gününe göre, kişisine göre veya sonuçlarına göre değildi; her seferinde herkese aynı uygulanmak üzere yazılmış ve her yerde görünür yerlere de bu yazılı kurallar yerleştirilmişti, herkes biliyordu.
İnsan uygarlığı kabile devletinden modern devlete böyle geçmeye başladı. Kabilede şef, her türlü anlaşmazlığın yegane yargıcı ve kural koyucusuyken devlette kurallar önceden bilinir.
İstediğiniz ansiklopediyi açın, “hukuk devleti” veya “hukukun üstünlüğü” ilkesinin karşılığı olarak hep “Bir kişinin değil kanunların üstün olduğu düzen” tanımını görürsünüz.
Kanunların üstün olması ise ortaya “anayasa” kavramını çıkartmıştır. Modern anlamda ilk anayasa, yani bütün kanunların ve uygulamaların uyması gereken temel yasa Amerikan Anayasasıdır.
Ama onun da öncülleri vardır; bir tanesi de bu topraklardan, Antalya Kaş yakınlarındaki Likya kenti Patara’dan çıkmadır. Likya çeşitli şehirlerden oluşan bir federasyondu ve bir “anayasası” vardı.
Osmanlı İmparatorluğunda ülkenin her yerinde uygulanacak standart yasalar çıkartma konusunda ilk büyük çaba Fatih Sultan Mehmet’in çabasıdır. Fatih Kanunları pek çok konuyu standart çözüme bağlamıştır.
Tabii bir de “Kanuni” lakaplı bir Padişahımız var: Süleyman.
Ama modern anlamda çabalar Osmanlı modernleşmesinin yaşandığı 19. yüzyıla aittir. Osmanlı’nın ilk Anayasası 1876 tarihini taşır. Gerçi yürürlüğe girdikten kısa süre sonra Sultan Abdülhamid tarafından yürürlüğü askıya alınmıştır ama bu fikir bir kere girmiştir hayatımıza.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında Atatürk’ün ilk yapmak istediklerinden biri bir çeşit yeni anayasa oluşturmaktı. Mevcut anayasanın bazı bölümlerinin değiştirilmesi ve ekler yapılmasıyla ortaya çıkan bu metne 1921 Anayasası diyoruz. Cumhuriyet o Anayasa ile ilan edildi.
1924’te yeniden Anayasa yazıldı. Bu kez genç Cumhuriyet ve parlamento kendi öz anayasasını çıkardı, meşrutiyet Anayasasından çıktı.
Ama bu Anayasa konusunda anlaşmazlıklarımız devam etti. 1960 darbesi sonrası bir yeni Anayasa yazdık; sonra onu 1972 yarı darbesinde kapsamlı değişikliklere uğrattık. Derken 1980 darbesini o darbenin yeni anayasası izledi. Aradan geçen 42 yılda o anayasanın da dokunulmamış çok az maddesini bıraktık. Bugün hala bir yeni Anayasa tartışmamız var, şu sıralar çok cılız da olsa.
Yani, geç katılanlardan biri de olsak bizim de kendimize göre bir anayasa derdimiz var, sorunlarımızın çözümünü hepimizin üzerinde ortaklaştığı bir temel yasa metninde arıyoruz en azından 150 yıldır.
Ama bulamadığımız belli, o yüzden sürekli sanki bir anayasamız yokmuş gibi hareket ediyoruz, anayasanın işimize gelmeyen bölümlerini uygulamıyoruz.
Bu anayasayı uygulamama işi giderek daha yaygınlaşmaya, giderek daha sıradanlaşmaya başladı. Adeta ülkemizin “yeni normal”lerinden biri oldu.
Turgut Özal zamanında özel radyo-TV yayıncılığı için “Anayasayı bir defa delmekten bir şey olmaz” demişti; o günden bugüne geldik, Anayasanın bir sürü kuralı, bu arada en kritik kurallardan biri olan “mahkeme kararlarının uygulanması” ve Anayasa Mahkemesi kararlarının diğer bütün mahkeme kararlarından daha üstün olduğunu söyleyen maddesi uygulanmıyor. Meclis son olarak kendi kafasına göre bir Anayasa kuralını da uygulamadı.
Ne Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararlarının uygulanmaması ne de Meclis’in anayasa emri dışında bir yol benimsemesinin bir karşılığı oldu ülkemizde. Durum sessizlikle geçiştiriliyor.
Bu da insan uygarlığının 4 bin yıllık bir kazanımından bile geri düşülmesi endişesini beraberinde getiriyor: Acaba modern bir devlet olmaktan çıkıp gücü elinde tutanların canlarının istediği kuralları uygulayıp istemediklerini uygulamadığı bir kabile devletine mi dönüşüyoruz?
Bu devrin baskın özelliği bu: Hukukun keyfileşmesi, kuralların herkese aynı uygulanır olmaktan çıkması, “yargıda seçicilik” dediğim uygulamaların yaygınlaşması, mahkeme kararlarının neredeyse hep önceden bilinmesi, kazayla verilen aykırı mahkeme kararlarının uygulanıp uygulanmayacağının bile bilinmemesi, istenmeyen kararlar alan hakimlerin anında sürülmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının bile anlamsızlaşması…
Kabile devleti haline geldik galiba.