Sabahları çok erken kalktığım için geceleri genellikle çok erken yatıyorum. Ama öyle olmasa bile, telefonumun bir gece ayarı var, akşam belli bir saatten sonra kimse beni arayamıyor, mesajların bildirimleri gelmiyor, ben de telefondan kurtulmuş oluyorum.
Akşamları elde edilen bu huzurun bir bedeli var: Sabahın çok erken saatinde, belki herkes uyurken gece gelen o haberlerle tek başına boğuşmak.
Bu sabah da öyle bir sabahtı. Gece Rüşdü Beyin ölüm haberi gelmiş, ben sabahın karanlığında öğrendim. Dondum kaldım. Aklımdan binlerce anı ve yıllardır Rüşdü Beyi arayıp sormuyor olmanın derin vicdan azabı geçiyor.
Yeni kuşaklar hiç bilmezler, 1987’de Türkiye’ye “Özal’ın prensi” olarak gelmişti. Ben bu deyimi hiçbir zaman anlayamadım ama Turgut Özal tarafından yurt dışındaki akademik görevlerinden ayrılıp gelen bir grup genç insana “Özal’ın Prensleri” deniyordu nedense.
Hepsi de son derece değerli inanlardı, çoğunu yakından tanıma imkanına da sahip oldum. Rüşdü Saraçoğlu, benim gözümde o grubun bir numaralısıydı.
Bugün yaşadığımız Türkiye’yi inşa eden insanların başında o gelir çünkü. Bugün Türkiye’nin bir modern Merkez Bankası, dünyayla entegre bir bankacılık sistemi varsa, tüketici kredisi kullanabiliyor, gerektiğinde bankanızdan yurt dışına para gönderebiliyor veya alabiliyorsanız, kredi kartınızı çıkarıp dünyanın her yerinde ödeme yapabiliyorsanız, bunların hepsinin alt yapısını Rüşdü Saraçoğlu’na borçlusunuz. Ve tabii onu Merkez Bankası’nın başına geçiren Turgut Özal’a.
Devrimi yaratan şey: 32 sayılı karar
Turgut Özal’ın deli cesareti ve kalıpların dışında düşünme becerisi sayesinde Türkiye, onun Süleyman Demirel’in müsteşarı olarak hazırladığı 24 Ocak kararlarından itibaren çok sayıda ekonomik devrim niteliğinde mevzuat değişikliği yaşadı. Ama bunlar içinde bir tanesi, bugün dahil son derece önemli olanıydı, o da meşhur “32 sayılı karar”dı.
11 Ağustos 1989’da Resmi Gazetede yayınlanan bu meşhur karar, Türk Parasının Kıymetin Koruma Kanunu’nun nasıl uygulanacağını belirleyen bir mevzuattı.
Bugüne kadar defalarca değişikliğe uğradı, günün şartlarına uyduruldu bu karar ama özü yerinde duruyor. Özü şudur: Yabancı paraları ve değerli metalleri, madenleri, taşları vs Türkiye’ye sokmak ve çıkartmak artık serbesttir.
Bu karar her ne kadar Hazine’den sorumlu Devlet Bakanlığı tarafından yazılıp Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmış olsa da, esasen Merkez Bankası tarafından uygulanan bir karardır, dolayısıyla mimarı da Rüşdü Saracoğlu’nun Merkez Bankası’dır.
O zamanlar “Türk lirası konvertıbl oldu” diye konuşulurdu. Aslında Latince kökenli dillerdeki “convertibilite” kelimesinin bir Türkçesi var, “dönüştürülebilir” demek. Ama Türkiye tuhaf bir İngilizce-Fransızca karışımı kelime kullandı, gazeteler bile o kelimeyle yazdı haberlerini o zaman. Çünkü Turgut Özal bu kelimeyi kullanıyordu. Söylenmek istenen TL’nin diğer yabancı para birimlerine “dönüştürülebilir” olduğuydu. Eskiden de dönüşürdü, TL verip dolar veya mark alırdınız ama o zaman devletin sıkı sıkı kontrolları vardı, her canı isteyen alamazdı yabancı parayı. Artık öyle olmayacaktı.
Bunun Türk sanayicisi, ihracatçısı ve ithalatçısı için ve giderek sokaktaki vatandaş için ne büyük bir devrim olduğunu anlatmak çok zor.
Bir 32 sayılı karar hikayesi
Bu hikayeyi Rüşdü Beyden dinlemiştim:
1991 yılında bu kararda çok önemli ve yine devrim niteliğinde bazı değişiklikler yapılacaktı. Aslında Rüşdü Saracoğlu ve Merkez Bankası yönetimi bu değişikliklerin gerekli olduğuna inanmakla birlikte zamanın henüz erken olduğunu düşünüyor, biraz ayak diriyordu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ise ısrarlıydı. Onun ısrarları sonucunda Rüşdü Bey, “Tamam” demişti ve Merkez Bankası gerekli hazırlıklara başlayıp mevzuat taslağını dönemin Hazineden sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner’e yollamış, o da imzalayıp kararı Başbakanlığa göndermişti. Başbakan ise Yıldırım Akbulut’tu.
Bir gün Çankaya Köşkünde Turgut Özal, Güneş Taner, Rüşdü Saracoğlu ve Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Ercan Kumcu ile yaptığı bir toplantı sırasında yeniden çıkıştı, “Ne oldu 32 sayılı karar” diye sordu.
Saraçoğlu, “Biz yolladık efendim” dedi. Özal, Güneş Taner’e döndü. O da, “Ben de Başbakanlığa yolladım” dedi.
Turgut Özal telefonu kaldırıp Yıldırım Akbulut’u aradı, ondan kararı imzalatıp hemen köşke göndermesini istedi. Biraz sonra başbakanlıktan bir karar geldi ama bu o 32 sayılı karar değildi, tamamen başka bir konudaki bir başka 32 sayılı karardı.
Turgut Özal yeniden aradı Yıldırım Akbulut’u. O sırada Güneş Taner, “Onun bir kahverengi deri çantası var, kararı onun içine koyduydu” dedi. Özal da, Başbakan Akbulut’a, “Senin bir kahverengi deri çantan varmış, o çantadaki 32 sayılı kararı imzalayacaksın” dedi. Yıldırım Akbulut o çantayı buldu, 32 sayılı kararı imzaladı.
Türk vatandaşlarının döviz tevdiat hesapları açabilmesi dahil pek çok konu işte böyle yürürlüğe girdi.
İlginçtir, o meşhur ve bugün de kullanılan 32 sayılı kararın dayanağı olan Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu, 1930 yılında yürürlüğe girdiğinde Türkiye’nin Maliye Bakanı, Rüşdü Beyin dedesi Şükrü Saraçoğlu idi. Merkez Bankası kanununu çıkarıp Merkez Bankası’nı kuran hükümetin de Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu idi.

Bu fotoğraf bugün pek çok yerde var. Herhalde Washington’da IMF-Dünya Bankası yıllık toplantılarında çekilmiş olmalı. Rüşdü Saracoğlu, onun yanında Kemal Derviş, onun yanında Ercan Kumcu ve en son Turgut Özal.
Bir 2001 krizi anısı
Rüşdü Beyle saymakla bitmeyecek, anlatması çok uzun sürecek çok sayıda anım var ama bir tanesini daha anlatmalıyım; onun arka plandan Türkiye’ye etkisinin daha iyi anlaşılması için.
19 Şubat 2001 günü sabahı Rüşdü Bey beni Radikal’de ziyarete gelmişti. Odamda sohbet ediyorduk, telefon çaldı. Radikal’in Ankara Temsilcisi Murat Yetkin, “Tuhaf şeyler oluyor” dedi, “Ecevit MGK toplantısından ayrıldı ve Başbakanlığa gitti, geri kalan üyeler Çankaya’da duruyor.”
Sahiden tuhaftı, televizyonu açtım, Rüşdü Beyle sohbete devam ederken ansızın bir canlı yayın başladı ve Bülent Ecevit, “Bu bir devlet krizidir” diyerek MGK’da kavga çıktığını, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le birbirlerine girdiklerini anlattı.
Rüşdü Bey, ne olacağını ilk gören ve söyleyen oldu: “Bugün akşama kadar en az 9 milyar dolarlık dolar talebi olur ama Merkez Bankası bunun en fazla 1,5-2 milyarını karşılar, çünkü o kadar dolar alacak TL ya var ya yok, bu da kendi başına bir başka ekonomik kriz çıkartır.”
Tam da dediği gibi oldu, o kadar dolar talebi oldu ama Merkez Bankası’nın net iç varlık kısıtı yüzünden o kadar doları alacak TL yoktu. Zaten sıkışık olan TL’deki sıkışma daha da arttı, gecelik faizler yüzde 500’ü buldu. İki gün sonra Merkez Bankası teslim bayrağını çekti, Türkiye serbest dalgalı kur rejimine geçti.
Bu arada hükümet ekonominin başına (Merkez Bankası’na ve Hazine Müsteşarlığına) isim aramaya başladı. Görüşülen isimlerden biri Ercan Kumcu’ydu, Rüşdü Bey döneminin efsanevi Merkez Bankası Başkan Yardımcısı.
Ankara’da bir gece vakti Sedat Ergin’le birlikte benim kaldığım Hilton Oteli’nin lobisine girdik, bir kadeh bir şey içecektik ama ortada bir masada Odalar Birliği heyeti vardı, o zaman TOBB Başkanı olan rahmetli Fuat Miras, bugünkü TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve başka bazı oda yöneticileri bizi yanlarına davet ettiler. Ertesi sabah Başbakan Ecevit’le görüşeceklerdi, “Kim gelir de ekonomiyi kurtarır” diye soruyorlardı. Hiç üstüme vazife değildi ama Fuat Miras’a biraz da şaka yollu, “Kemal Derviş diye bir adam var, o kurtarır” dedim. Fuat Miras bu ismi ilk kez duyuyordu. Ben de onun Dünya Bankası Başkan Yardımcısı olduğunu söyledim. O ismi not etti.
İki gün sonra İstanbul’da akşam gazete çıkışı bir araştırma sonucunun duyurulmasıyla ilgili toplantıya gidecektim, arabada yanımda Haluk Şahin de vardı, telefonum çaldı. Aracın hoparlöründen konuştum, arayan Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’dı, “Yahu” dedi, “Sen Kemal Derviş diye birini söylemişsin, biz bir türlü ona ulaşamıyoruz, sende telefonu var mı?”
Bulabileceğimi söyledim ve yakın arkadaşı olduğunu bildiğim Rüşdü Beyi aradım. Rüşdü Bey ve sevgili eşi Nurdan Hanımın Rüşdü Bey IMF’de görev yaparken Washington’da oturdukları evi daha sonra Kemal Derviş satın almıştı ve orada oturuyordu. Çok yakın dostlardı, zaten beni Kemal Derviş’le Rüşdü Bey tanıştırmıştı zamanında.
Rüşdü Bey dışarıda bir yerdeydi, “Sen Nurdan’ı ara” dedi. Ben de Nurdan hanımı aradım, Kemal Derviş’in birkaç telefon numarasını aldım, sonra da Hüsamettin Özkan’a ilettim.
İki gün sonra Kemal Derviş Ankara’ya ayak bastı.
Rüşdü Beye hiçbir zaman Türkiye’ye gelmezden önce veya geldikten sonra Kemal Derviş’le görüşüp görüşmediğini, ona akıl verip vermediğini sormadım. Ama Türkiye’de ekonomi yönetiminin boşta olduğu o krizli günlerde onun da bir planı olduğunu biliyordum.
Rüşdü Bey yapılması gerekenleri biliyordu ve onun planın bir uygulama planı da vardı. Rüşdü Beyin aklında, eski Hazine Müsteşarı rahmetli Yener Dinçmen’in Başbakanlık Müsteşarı olması; Merkez Bankası’na Ercan Kumcu’nun, Hazine’ye ise Mahfi Eğilmez’in gelmesi ve devasa bir yapısal reform paketinin yapılması vardı.
O reformları Kemal Derviş, hükümete bakan olara girdi ve yaptı sonuçta.
Nurdan Hanım’a “Bak kalbim ne kadar sağlam” telefonu
Rüşdü Bey, birkaç yıl Koç Holding’de Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. Holdingin kuralıymış, yöneticiler Amerikan Hastanesinde check-up’tan geçermiş.
Bu habere en çok sevinen, eşinin çok sigara içmesinden şikayetçi olan Nurdan Saraçoğlu olmuş. Check-up’ın sonunda göreceklerinin Rüşdü beye sigarayı azalttıracağını, hatta bıraktıracağını düşünmüş.
Rüşdü Bey hastanede kontrola girmiş, kalbiyle ilgili de bir sürü test yapılmış ve daha hemen oradan eşini arayıp “Bak Nurdan kalbim sapasağlam” demiş.
Ama bu sevinci kısa sürmüş. Tamamen şans eseri yapılan bir kontrolde beynini besleyen damarlarında ciddi tıkanıklık görülmüş. Bu sebeple iki zorlu by-pass ameliyatı oldu Rüşdü Bey, bacaklarından alınan damarlarla beynini besleyen damarları değiştirildi.
Ameliyatın bir vahim yan etkisi, ses tellerinin gördüğü zarardı. O yüzden 2 yıl konuşamadı, konuştuğunda sesi fısıltı gibi çıktı. Konuşmayı ve katıldığı konuşmalarda hep hakim durumda olmayı seven birisiydi, çektiği psikolojik acıyı siz düşünün.
Dün onu kalpten kaybettiğimizi öğrendiğimde bu sabah aklıma ilk gelen öykü bu oldu, onun eşini sevinçle araması…
Gururlu bir Fenerbahçeli
Son görüşmelerimizden birinde anlatmıştı, otomobilinin bagajında Türk bayrağı taşıyordu, öyle bir tane iki tane değil bir koli dolusu.
Nizami olmayan Türk bayraklarına kafayı takmıştı. Nerede yasadaki ölçülere, oranlara vs uymayan bir bayrak görse hemen bagajından bir doğru bayrak çıkarıyor, o yanlış bayrağın değiştirilmesini istiyordu. Bu sebeple polislerle tartışmışlığı bile vardı.
Gururlu bir Fenerbahçeliydi, dedesinin adını taşıyan Fenerbahçe Stadına her gittiğinde, bırakın gitmeyi önünden geçtiğinde göğsü kabarırdı.
Tamamen benim yüzümden, kim bilir kaç yıldır ne görüşüyorduk ne hal hatır soruyordum. O yüzden üzüntüm daha da büyük.
Ben çok sevdiğim, çok saygı duyduğum bir insanı kaybettim; Türkiye de bugünkü modern ekonomik hayatını borçlu olduğu ama bu borcunun farkında bile olmadığı çok büyük bir değerini.
Nurdan Hanıma ve kızı Aslı’ya sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor elden.
Ruhu şad olsun.