Sabah uyanır uyanmaz elimiz istem dışı bir refleksle telefona gidiyorsa… Henüz uykudan uyanmadan, gözümüzü tam açmadan sosyal medyada neler olmuş, kaç mesaj gelmiş, kim ne paylaşmış diye kontrol ediyorsak… İki kişi aynı masada yemek yerken konuşmak yerine ekrana gömülüp birbirine mesaj atıyorsa… İtiraf edelim, biz artık dijital dünyanın ve bağlantının bağımlısıyız.Hadi şu soruyu içtenlikle soralım kendimize:
Bu “bağlantıda kalma” hali gerçekten bizi birbirimize bağlıyor mu, yoksa bizi birbirimizden koparıyor mu?
Her şey bu sorunun içinde gizli.
Dijital dünya hayatı kolaylaştırıyor, bunu inkâr etmek mümkün değil. Tek tıkla alışveriş yapabiliyor, sevdiğimiz biriyle kilometrelerce uzaktan anında görüntülü konuşabiliyor, dünyanın herhangi bir yerindeki gelişmeye saniyeler içinde ulaşabiliyoruz. Eğitimden sağlığa, ekonomiden sanata kadar her alanda dijitalleşme sayesinde erişimimiz genişledi, zaman verimliliğimiz arttı. Özellikle pandemi süreci ile birlikte dijital altyapının ne kadar yaşamsal olduğunu da gördük.
Dijital bağımlılığın bedeli nedir?
İşte mesele tam da burada başlıyor:
Bu kadar “erişilebilir” olmak, bir noktadan sonra insanı esir alıyor. Başta hayatı kolaylaştıran ve bize hizmet etsin diye tasarlanan dijital araçlar, kontrolsüz kullanıldığında bir tür bağımlılık haline geliyor. Özellikle sosyal medya, algoritmalar sayesinde bizi ekran başında daha uzun tutmak için duygularımızı, zaaflarımızı kullanıyor. Merak duygusu, gözletme dürtüsü, beğenilme arzusu, onaylanma ihtiyacı… Hepsi ustaca ve bilinçli bir şekilde tetikleniyor. Bir bakmışız ki saatlerce bir şey üretmeden, hatta düşünmeden ekrana bakmışız, gereksiz bilgiler ile donatılmışız. Sadece tüketmişiz.
Dijital bağımlılığın bedeli sadece zaman kaybı değil. Dikkat dağınıklığı, zihinsel yorgunluk, içe kapanma, ilişkilerde yüzeysellik ve en tehlikelisi kendimize yabancılaşma. Gerçek hayattan kopma. Orada gördüğümüz hayata inanma. Tüm bunları çoğaltabiliriz… Bu sonuçlar klinik gözlemlere yansıyan gerçek sonuçlar. Teknolojiye hükmetmek varken, onun bizi yönetmesine göz yummak bana hiç de normal gelmiyor.
Mesele teknoloji karşıtlığı değil. Mesele, teknolojiyi araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirmek. Bir zamanlar bizim için araç olan şeyin, bizi yavaş yavaş ele geçirmesi. Telefonun bizim için çalışması gereken bir teknoloji olması gerekirken, bizim artık onun ekranında yaşamaya başlamamız…
Bu noktada “dijital farkındalık” kavramı önem kazanıyor. Ekran süremizi gözden geçirmek, bildirimleri sınırlamak, sosyal medya kullanımına bilinçli sınırlar koymak… Basit ama etkili adımlar. Bir diğer önemli kavram da dijital detoks: Günde en az bir saat ekranlardan uzak kalmak, telefonsuz yürüyüş yapmak, bir kitabın satırlarında kaybolmak, yüz yüze sohbet etmek, göz teması kurmak… Bunlar yalnızca nostaljik alışkanlıklar değil; ruh sağlığını korumanın temel taşları.
Bazen teknolojiyi bir kenara bırakıp sadece “an “da kalmak gerekmiyor mu?
- Bir çocuğun kahkahasında,
- Bir dostun sıcaklığında,
- Bir rüzgâr sesinde,
- Bir vedanın boğazda bıraktığı düğümde,
- Bir buluşmanın ruhta bıraktığı sevinçte,
- El ele tutuşulan bir anda,
- Bir kitap sayfasının kenarına düşülen küçük bir notta ya da
- Geceye fısıldanan bir duada anda kalmanın değerini hatırlamak ister misiniz?
Anda kalmak, insan kalmaktır.
Unutmayalım:
İnsanı insan yapan şey, algoritmalar değil; duygulardır.
Sonuç olarak; dijital dünya hayatımızın vazgeçilmezi, evet. Ama ölçüsü önemli. Teknolojiyi akıllıca kullandığımızda, bize konfor, bilgi, kolaylık ve hız sunar. Ama onun kontrolsüzlüğü, bizden dikkatimizi, derinliğimizi ve en önemlisi gerçek bağlarımızı alır. En yakınımız bile bize yabancılaşır.
Kendimize şu soruyu sormalıyız:
En son ne zaman biriyle gerçekten, telefona bakmadan, sosyal medyada gezinmeden konuştum?
En son ne zaman karşımdakinin gözlerine bakarak onu içten şekilde dinledim
En son ne zaman kendimi bir bildirim sesi olmadan dinledim?
Eğer bu sorular sizi rahatsız ediyorsa, bu bir bildirim sesi değil, bu bir uyan çağrısıdır.
Belki şimdi,
Sessizce ekranı kapatıp,
Hayata, gerçeğe dönme zamanıdır.