48 Saatte Paris: Bir Şehrin Büyüsüne Yolculuk
28 Mayıs 2025

Arabaya atladık, Londra’daki evimiz Chelsea’den yola çıktık Eurotunnel’la Manş Denizi’nin altından geçtik ve altı saat sonra Paris’in büyülü sokaklarındaydık.

Ne kadar çok geldiysem de, her seferinde yeniden heyecanlanıyorum. Bu şehirde zaman başka akıyor. O soruyu sevmiyorum “Londra mı Paris mi?” İki şehir de bir başka büyülü bir başka keyif…

Valizimizi Paris Travellers Club’taki odamızın köşesine bıraktık ve kendimizi hemen sokağa attık. İlk durak: Le Marais; antikacılar, galeriler, küçük tasarım dükkanları… Taş sokaklarda yürürken, geçmişle geleceğin yan yana yürüdüğünü hissediyorsun. Her vitrin bir hikâyeye dönüşüyor.

Öğle yemeğinde Seine kıyısındaki La Rotisserie d’Argent’e oturduk. Fırından yeni çıkmış ördek ve bir kadeh bordo şarap. Nehir akıyor, güneş tam karşıdan vuruyor… Bu şehirde yemek saatleri başka bir şölene dönüşüyor .

Akşamüstü Bois de Boulogne’daki Grand Cascade’de içkimizi yudumladık. Ardından Eiffel’in içinden çıkan asansörle Le Jules Verne’e çıktık. Şehir ayaklarımızın altındaydı. Anlatılmaz yaşanır bir sahne.

Gece Moulin Rouge’da bitti. Renkler, müzik, dans… Paris’in kalbi oradaydı. Ben sadece izledim, hayran kaldım. Neden daha önce gelmedim diye hayıflandım .

Sabahı Café de Flore’de karşıladık. Bir kahve söyledim, kalemimi defterime uzattım. Hemingway’in bir zamanlar oturduğu masalarda oturmak bile insana başka bir enerji veriyor. Burası Paris’in kahvaltı için en güzel seçeneklerinden . Her geldiğimde mutlaka bu atmosferi koklamayı seviyorum.

Sonra Les Deux Magots’a geçtik. Paris sabahları yavaş, mistik ve çok etkileyici.

Montmartre’da Le Petit Café’de kruvasan yedim, sıcak krep söyledim. Bütün şehir sanki gülümseyerek bana günaydın diyordu. Bu şehrin dinamizmini seviyorum .

Birkaç saat sonra kendimi Angelina’nın meşhur sıcak çikolatasına teslim ettim. Tatlı dediğin böyle olurmuş meğer. Ardından Café des 2 Moulins’de biraz soluklandım.

Öğleden sonra Le Comptoir du Relais’de Fransız mutfağının kalbine daldım. Akşamı ise L’Ambroisie’de kapattık. Sessiz, şık ve etkileyici bir deneyimdi. Sadece yeme içme değil, adeta duygu geçişleri yaşattı.

Bu sefer Paris Travellers Club’ta kaldım ama Four Seasons Hotel George’un ihtişamı, Le Meurice ve Lutetia’nın cool havasını, La Maison Favart’ın samimiyetini de seviyorum. Her otel, şehrin başka bir yüzü gibi.

Alışverişi es geçmedim. Le Marais’de Merci’ye uğradım, Galeries Lafayette’nin kubbesi altında kayboldum, Rue Saint-Honoré’deki butiklerde zaman durdu. Moda burada sadece giyinmek değil, bir hikâye anlatmak gibi.

Sanatın peşinden Centre Pompidou’ya uğradım. Sonra Fondation Louis Vuitton’da geleceğin sanatına göz kırptım. Palais de Tokyo ve Atelier des Lumières ise tam anlamıyla zihnimi açtı. Işıkla, renkle, sesle düşünmenin ne demek olduğunu gösterdiler.

Canal Saint-Martin’de bir banka oturdum, gençleri izledim. Paris’in canlılığı orada bir başka. Gösterişsiz ama dopdolu.

Dönüş zamanı geldi. Calais’den son Eurotunnel trenine yetiştim. Arabamla İngiltere’ye geçerken aklım hâlâ Paris’teydi. Her dönüş biraz hüzün, biraz ilham dolu.

Ve her seferinde aynı cümleyle bitiyor iç sesim: ”Bir dahaki gelişte daha fazlasını keşfedeceğim.”

Çünkü Paris, ne kadar tanıdık gelse de, her seferinde başka bir masal anlatıyor.

ÇOK OKUNANLAR