Türkiye’de uzun yıllardır yaşadığımız kültür savaşına dair bir gözlemle başlayayım: Biz düşmansız ve korkusuz yaşayamıyoruz.
Kültür savaşının bir tarafı kendine sürekli düşman bir “öteki” arıyor ve buluyor; diğer tarafı da kendi “öteki”sini sürekli yeni bir bir korku öznesi olarak yeniden üretiyor.
Bu korku meselesi bugünkü yazımızın konusu.
28 Şubat döneminin “Şeriat geliyor, bizi kör testere ile kıtır kıtır kesecekler” korkularını hatırlayanların sayısı azalıyor belki ama Ak Parti iktidarı döneminde Cumhuriyet gazetesinin kendisine yaptığı reklam kampanyasının sloganı unutlacak gibi değildi: “Tehlikenin farkında mısınız?”
“Ey korkanlar ve korkuttuklarım, gelin Cumhuriyet gazetesi satın alın, belki o zaman kurtuluruz” diyen kampanya çok da tutmadı, gazetenin satışları umduğu kadar artmadı ama slogan tarihe kaldı.
Sonra arkadan bu “tehlike”nin sürekli güncellenmesi gerekti.
“İran olur muyuz?”
Yok olmadık. Öyleyse biraz daha yumuşak versiyonu: “Malezya-Endonezya olur muyuz?”
O da olmadı.
Türkiye hep Türkiye’ydi ve burada ne oluyorsa bize özgüydü olanlar. Evet, Türkiye’de dini uygulamaların gündelik hayattaki rolü arttıkça arttı, dine dayalı ekonomi yönetimi bile uyguladık.
Ama hiçbir zaman başka bir ülke gibi olmadık. Ne olduysak kendimiz olduk. Bundan sonra da ne olacaksak kendimiz olarak olacağız. Tercihlerimiz dışarıda değil içeride.
Son dönemlerde bu başkası gibi olma korkularımız din temelli olmaktan uzaklaşmaya, daha otoriterlik/diktatörlük temelli olmaya başladı.
Özellikle 19 Mart operasyonundan sonra yaygın soru şu: Türkiye, Putin Rusya’sı, İlham Aliyev Azerbaycan’ı veya Kazakistan, Türkmenistan benzeri seçimli otoriterliğe, hatta diktatörlüğe mi yöneliyor?
Daha ileri versiyonları da var bu korkunun:
“Bir daha seçim olur mu?”
“Tayyip Erdoğan kaybedeceği seçimi yaptırır mı?”
Hepsini saymayayım şimdi, eminim anladınız, siz de bu korkuları ya işittiniz ya da zaten içinizi bu korkular kemiriyor durup durup.
Benim etrafımda siyasetle ilgili bütün konuşmalar sonunda bu korkulara varıyor. Bazen çabucak varıyor, bazen biraz zaman alıyor ama epeydir bu sorular soruluyor. Ben de, “Merak etmeyin” olmaz diyorum ancaka korkularla başa çıkmak zor, kimse bana inanmıyor, inansa da kısa süreliğine inanıyor, sonra yeniden eski korkusuna geri dönüyor.
Peki neden Türkiye’nin Rusya veya Azerbaycan gibi muhalif liderlerin hapiste olduğu, ülkede örgütlü muhalefetin bırakılmadığı ve seçimlerin ancak göstermelik olarak tek adaylı yapılacağı bir ülkeye dönüşmeyeceğini düşünüyorum? Benim bu iyimser inancımın kaynağı ne?
Hemen söyleyeyim: Benim bu iyimserliğimin kaynağı Atatürk’ten başkası değil.
Atatürk, kendisine sevgim ve saygım çok büyük olmakla birlikte, bir seçimle gelen otokrattı, bunu hiç unutmayın. Türk milletinin uzun zamandır beklediği ve bir kısmının hala beklemeye devam ettiği “iyi kalpli otokrat”tı belki ama sonuç değişmiyor: Otokrattı, bir muhalefet örgütlenmesine bile izin vermiyordu.
Kendisi de bu durumun farkındaydı. Bir gün gençliğinden beri yakın arkadaşı olan Ali Fethi Okyar’a “Beni yurt dışında diktatör görüyorlar, biliyorum” dedi ve yakın dostundan bu diktatörlük görüntüsünü yumuşatacak bir muhalefet partisi kurmasını istedi.
‘Serbest Fırka’ böyle kuruldu.
Ali Fethi Okyar asker kökenliydi ama askerlik mesleğini bırakalı çok olmuş, oradan diplomatlığa geçmişti. (Mustafa Kemal’in Sofya’da Askeri Ateşe olduğu o meşhur dönemde büyükelçi Ali Fethi Okyar’dı örneğin.) Atatürk’e hep yakın kalmış, onun verdiği zorlu siyasi görevleri yapmıştı. Örneğin, ucu Cumhuriyetin ilanına varan ve Atatürk tarafından yaratılan müthiş ustalıklı siyasi kriz sırasında başbakandı.

Atatürk ve Fethi Okyar bir davet sırasında balkonda sohbette.
Serbest Fıkra kurulduktan kısa süre sonra bir kısmi yerel seçime katılması gerekti. Bu yerel seçim kampanyası için Ali Fethi Okyar deniz yoluyla İzmir’e gittiğinde, gemisi uzun süre limana yanaşamadı; çünkü denizin üzeri o güne kadar pek az kişinin tanıdığı Okyar’ı karşılamak isteyen ve sandallarla denize açılan İzmirlilerle doluydu.
Bu, sol tabirle “sarı” muhalefet partisine müthiş bir ilgi vardı Türkiye’nin dört bir yanında. Her yerde ilçe ve il teşkilatlarına kaydolmak isteyen, açık destek veren onbinler yüzbinler birikiyordu.
Ali Fethi Okyar hem kendi arkadaşı Atatürk’ü çok yakın tanıyordu hem de Atatürk’ün bir başka yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un da Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi isimlerle birlikte içinde bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası’nın başına gelenleri, Cebesoy dahil bütün bu isimlerin idamla yargılanmasını içeriden yaşadığı için çok iyi biliyordu.
Serbest Fırka ile CHP arasında çıkacak bir tartışmada Atatürk’ün tarafsız kalamayacağının farkındaydı, kolayını yaptı: Parti kendi kendini feshedip siyaset sahnesinden çekildi. Kalsa ve partisi de kazayla yaşamaya devam etse bir sonraki seçimi kazanabilirdi.
Bu öyküyü anlatıyorum, şundan: Bu ülkede Atatürk’ün bile muhalefeti vardı. Bugün Tayyip Erdoğan’ın da muhalefeti var.
Son seçimde gördünüz, Kemal Kılıçdaroğlu bile yüzde 48 oy aldı bu ülkede, sırf o muhalefetin gücüyle.
Bugün Tayyip Erdoğan, Putin’liğe soyunup Ekrem İmamoğlu’nun seçime katılmasını engellese geride Mansur Yavaş var. Onu engellese Özgür Özel var. Onu da engellese sırada Mahmut Tanal bile var.
Bu isimlerin de bir önemi yok; nasıl 30’lu yıllarda Ali Fethi Beyin isminin bir önemi yoktuysa. Ortada son seçimde yüzde 50 sınırında olan, bugünse onun üzerine çıkmış bir muhalefet var. Liderin adı o muhalefetin alacağı oyu arttırmaya yarar sadece.
Peki hiç seçim yapmayabilir mi Erdoğan?
İsmet Paşa’yı 1946 yılında muhalefete izin verip seçim yapmaya, 1950’de ise adil bir seçim yapmaya zorlayan şeyin sadece dış dinamik olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Demokrat Parti’yi kurmak için CHP içinde Dörtlü takrir” verenlerin bu davranışı durduk yerde yaptıklarını sanıyorsanız yine yanılıyorsunuz. Türk iç politikasının dinamiği her zaman iç dinamiktir; dış dinamiğin Türkiye’ye etkileri son derece sınırlıdır. 1946 yılında CHP 23 yıldır tek başına iktidardaydı ve millet sıkılmıştı, seçim istiyordu, sadece CHP’li adayların olduğu göstermelik bir seçim değil muhalefetin de katıldığı gerçek bir seçim.
Erdoğan seçimden kaçınamaz. Muhalefetsiz bir seçim de yapamaz.
Ama ne yapabilir? Seçimde geniş çaplı hile yapabilir. Benimle tartışanların son başvurduğu nokta hep bu oluyor. “Polisleri yığar seçim sandıklarına, sandıkların sivil kontrolunu engeller” deniyor, 1946 seçiminde yaşananın yeniden yaşanacağını söyleyenler çıkıyor.
Bir şey unutuluyor: 1946’da Türkiye parti devletiydi. Bugün Ak Parti evet devlet partisi ama devlet henüz parti devleti değil.
İki kişiden birinin muhalif olduğu bir ülkede parti devleti falan da olamaz zaten. Baksanıza devlet partisi bile olunamıyor.
Demokrasimizin kalitesi berbat durumda olabilir ama sandık yerinde duruyor ve durmaya devam edecek.
Korkmayın o yüzden. Türkiye her zaman başkası gibi değil kendisi gibi olmuştur.