Sosyal medyada artık neredeyse her paylaşım bir veya birden fazla hashtag içeriyor:
#mutluluk, #özgürlük, #seninleyiz…
Sabah uyanır uyanmaz önce Instagram:
Bir fincan kahve, yanına prestijli bir gazete, yumuşak bir ışık ve hemen altına düşen etiketler:
#pozitifdüşün, #anınkeyfi, #kendinezamanayır, #bardağındolutarafı.
Peki ama ne için bu etiketler?
Hashtag’ler sadece dijitalleşmenin bir parçası mı, yoksa daha derin bir toplumsal dönüşümün yansıması mı?
Gerçekten hissettiğimiz şeyleri mi gösteriyorlar, yoksa hissettiğimizi göstermek istediklerimizi mi?
Eskiden insanlar sadece bir “an’ı” yaşardı. Şimdi ise, o an’ı belgeleyip paylaşmadıkça tam yaşanmış saymıyor.
Sosyal medya sayesinde görünmek, var olmanın mutlak şartı haline geldi.
Bir kullanıcı kırk yılda bir gittiği bir kır kahvesi fotoğrafının altına şöyle yazıyor:
#doğayakaçış #sadelik #şükür #huzur
Aslında anlatmak istediği şu:
Görünürlük = Var oluş.
O kişiyi aynı gün bir başka yerde pür keyif eğlenirken görürseniz size şöyle de diyebilir:
“İnsanlardan nefret ediyorum. Her şey o kadar sahte ki.”
Hangisi ‘kendisi’ bu adamın?
Bu çelişki, dijital vitrin ile gerçek yaşantı arasındaki mesafeyi gösteriyor.
Hashtag’ler, bu vitrini süsleyen raf etiketleri gibi.
O adamı eskiden beri tanıyan biriyseniz, bir uydurma sebep bulup, sizden uzaklaşabilir de.
Değiştirdiği fiyat etiketinden öncekini hatırlayacağınızı bilen suçüstü yakalanmış bir market çalışanı gibi.
‘Anlam’ın seyrelmesi bu.
Bir zamanlar kelimeler anlam taşırdı. Şimdi ise derdinin o anlamlar olduğu şu götürür etiketlere (# hashtag) sığınılıyor
Bana, ‘onun her şeyi bir etiket, hayatında sonuna kadar sahiplendiği bir tek hakiki şey kalmadı’ hissi veren birinin sosyal medya mesajlarına göz atınca, içimden “Bu hashtag icat olmasaydı senin hâlin ne olurdu” diye sormak geliyor.
Etiket, artık yalnızca bir dijital araç değil. Aynı zamanda çağımızın ruhunu özetleyen, bir görünürlük stratejisi.
Hatta, algılatılmak istenen bir kimlik beyanı.
Uzun olmasa biri şunu dahi sallayabilir ortalığa: #hashtaginkadarkonuş!
Çılgınlık, zaten buna benzer bastırılmış arzuların önlenemez bir dışavurumu değil mi?
Hashtag kullanımı, sanki bireylerin kendi düşünce ve deneyimlerini geniş bir bağlama oturtma arzusu.
Hatta ihtiyacı: Kendini görünür kılma ve dijital aidiyet.
“#kahvekeyfi” diyen o kişi sadece kahve içmiyor; aynı zamanda yaptığını bir kültürel temsil’e bağlamak istiyor.
Hashtag, böylece bir tür anlam kategorisi işlevi görüyor.
Ancak her şeyin etiketlenmesi, anlamın yüzeyde kalmasına yol açıyor.
#mutluluk”, #sağlıklıyaşlanmak”, “#özgürlük”, #yaşasıneşitlik gibi soyut kavramlar çokça kullanılıyor ama içi doldurulamadan, sadece gösteri amaçlı.
#özgürlük yazan bir gönderide kumda çıplak ayak izleri, hatta bir değnekle çizilmiş # simgesi olması çok mümkün.
Bu etiketin ardında gerçekte bir mücadele değil kendine bir şekil verme yatıyor. Kavramlar yavaş yavaş imajlara teslim oluyor.
Düşünmenin, fikir üretmenin, kendin kafa yormanın yerine, etiketleme kolaycılığı (kurnazlığı) geçiyor.
Jean Baudrillard’ın “simülasyon” kavramında olduğu gibi:
Gerçek yerine, gerçeklikten kopuk imgeler dolaşıma giriyor.
Hashtag’ler artık sadece ifade değil, aynı zamanda pazarlama araçları. İnsanlar birer markaymış gibi davranıyor. Kendilerini etiketlerle “satılabilir” hâle getiriyorlar.
İletişim işinde olanlar bilir, bu bireyin metalaşması ve “benlik markası” (personal branding) kavramlarıyla ilişkili.
Her konuda etiket kullanmak, aynı zamanda o dijital kimliğin sürekli sergilenmesi demek.
Bu da çoğu zaman bir tür narsistik performans içeriyor.
“#kitapkurdu”, “#sanatsever”, “#gezgin” “#yaşlıdostu diyerek, insanlar kim olduklarından, günlük hayatlarındaki gerçek davranışlarından çok, kim olmak istediklerini de ilan ediyorlar.
Toplumsal hareketlerde de hashtag kullanımı (#KadınaŞiddeteHayır gibi) dijital çağda direnişin ve kolektif bilincin yeni biçimi gibi sunulsa da gündemlerin çok hızlı tüketilmesine, yüzeyselleşmesine yol açabiliyor.
Etiketler sanki birer megafona dönüştü: #yaşasındeğişim “#başaracağız”, “#benburadayım”…
O megafonun kullanıcıları, paylaştıkları her şeyin etiketini yapıştırarak kendi hikâyelerini kitlesel anlam havuzlarına bağlamaya çalışıyorlar.
Böylece yalnız kalmıyor, kendilerini daha “gerçek” hissediyorlar.
Oysa bu gerçeklik, çoğu zaman simgesel bir simülasyondan ibaret.
Bu da bizi klasik soruya götürüyor:
Tüketim kültürünün bu enformasyon çöplüğünde gerçekten kim olduğumuzu mu gösteriyoruz, yoksa sadece görünmesini istediğimiz vitrinleri mi inşa ediyoruz?
Hashtag’lerin çoğalması, anlamın artması değil, seyrelmesidir.
Her şeyin etiketlendiği bir dünyada hiçbir şeyin anlamı kalmaz.
“#özgürlük” artık bir mücadeleyi değil, belki bir sahil fotoğrafını; “#aşk” derin bir ilişkiyi değil, Eyfel Kulesi’nin önünde çekilmiş bir selfie’yi anlatıyor.
Kavramların içi böyle boşaldıkça, yüzeysel bir estetik dili baskın hale geliyor. Fikirlerin yerini imgeler, imgelerin yerini algoritmalar alıyor.
Ancak bu hareketler zamanla birer trend hâline geldiğinde, direnişin politik derinliği de, estetik birer poza dönüşme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Gerçek mücadele, bir paylaşımın aldığı “beğeni” sayısıyla ölçülemeyecek kadar karmaşıktır. Bir gönderiyi paylaşmak kolay. Sorarlar adama:
Peki sen kendin ne düşündün?
Direniş, düşünceyi tüketmekle değil üretmek ile olur. O ihtiyacı yükselen bir ses gibi içinde hissetmekle.
Bugün her şeyin bir etiketi varsa, sessizlik de bir etiket gerektiriyor olabilir.
Belki de “#hiçbirşey” etiketi de olmalı.
Çünkü dijital kakofonide, asıl kaybolan şey anlamın kendisi.