“Empatinin ölümü” ve acımasız politika
08 Haziran 2025

Geçtiğimiz hafta, bir süredir ortalıkta olmayan, Yeni Zelanda’nın eski Başbakanı Jacinda Ardern, birdenbire dünyanın gündemine düştü. Hani şu, birinci pandemi döneminde hızlı bir şekilde ülkesini turizme ve iş seyahatlerine kapatarak, tüm dünya evlerinden çıkamazken, Yeni Zelandalılar’ın özgürce “partilemesini” sağlayan kadın başbakan… Hani, göçmen karşıtı, ırkçı, beyaz bir Avustralyalı’nın Cuma namazında, Christchurch’te önce bir camiye, sonra bir İslam merkezine girip 51 kişiyi öldürmesinin ardından, başına bir örtü örtüp, kurbanların ailelerinin acılarını, onlara göz yaşları içinde sarılarak paylaşmaya çalışan Jacinda… 

37 yaşında başbakan, 38 yaşında anne

Jacinda Ardern, Yeni Zelanda İşçi Partisi Ekim 2017 seçimlerinde ikinci parti olduğunda, partinin liderliğini daha yeni almıştı. Birinci parti olan Ulusal Parti, tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamayınca Yeşiller’in dışarıdan desteğini alıp “New Zealand First” ile koalisyon ortaklığı kurarak 37 yaşında başbakan olmuştu. Başbakanlığı aldıktan 3 ay kadar sonra hamile olduğunu açıkladı. 

Çok farklı, dünyanın pek görmediği bir politikacıydı Ardern. Açık sözlü, genç bir kadın; nazik, yüksek empati sahibi, şefkatli bir politikacı; kararlı ve gerektiğinde sert olabilen bir liderdi. Dünyada, politikayla ilgilenen ve ona bakıp da “keşke bizimki de…” demeyen pek az insan vardı herhalde… 

Çok zor bir başbakanlık dönemi geçirmişti. Ekim 2017’deki seçimlerden önce hamile olduğunu öğrenmiş, ama yoluna devam etmişti. Henüz evli değildi. Haziran 2018’deki doğumdan sonra sadece 6 hafta annelik izni kullanmıştı. Hem hamileliği sırasında hem de bebeği doğduktan sonra, uluslararası resmi ziyaretler de dahil olmak üzere, görevini, aksatmadan (ve bebeğini yanından ayırmadan) sürdürmüştü. Ardern, “feminist kahraman” diye nitelediği (görevi bıraktıktan sonra evlendiği) partneri Clarke Gayford’un bu hayatı mümkün kıldığını söylüyordu. 

Doğumdan 9 ay kadar sonra, Mart 2019’da, 51 kişinin öldüğü Christchurch saldırısı gerçekleşmişti. Ardern, saldırının kurbanlarıyla ilgili olarak şu sözleri sarf etmesiyle dünyanın dikkatini çekmişti: “Bu silahlı saldırıdan doğrudan etkilenenlerin birçoğu, Yeni Zelanda’ya göçmen olarak gelmiş olanlar olabilir. Hatta burada sığınmacı olabilirler. Onlar Yeni Zelanda’yı yeni evleri olarak seçmişler. Ve (evet) burası onların evidir.” 

Saldırıdan sonra Trump Ardern’i telefonla aramış. Bir süre “teröriste” ne olacağını tartışmışlar, Trump adeta “terörist” kelimesinin kullanılmasını uygun bulmadığını ima eder gibi konuşmuş; Ardern ise, “Evet, kasıtlı olarak müslüman toplulukları hedef almış bir beyaz Avustralyalı’dan söz ediyoruz. Bunun adı budur,” demiş. “Amerika sizin için ne yapabilir,” diye soran Trump’a verdiği cevap ise daha ilginç: “Tüm müslüman topluluklara sevgi ve sempati gösterebilirsiniz.” 

Ardern’in tavrı kutuplaşma politikasının tam tersi yöndeydi. Her ikisi de 2017’de göreve gelmişti ama Ardern, Trump’ın antitezi, adeta panzehiri gibiydi. Saldırı için Yeni Zelanda’nın seçilmiş olmasını şöyle yorumluyordu: “(Terörist) bizi seçti, çünkü, biz bütün inançlardan insanlara kucağımızı açmıştık. Bunu tahrip etmek istedi.”

Ardern, saldırıdan 10 gün sonra askeri amaçlı silahları yasaklayan bir yasa çıkardı. İki ay sonra Fransa Başkanı Emmanuel Macron ile eş başkanlığını yürüttüğü dünya liderlerinin ve teknoloji şirketlerinin CEO’larının katıldığı bir zirvede “terör ve şiddet yanlısı çevrimiçi içeriklerin kaldırılmasını” taahhüt eden bir anlaşmayı dünyanın gündemine getirdi. Bugün bu anlaşmanın altında 130 liderin ve teknoloji CEO’sunun imzası var. 

Jacinda Ardern’in sıkıntıları bunlarla kalmadı. 2020’de dünya pandemiye maruz kaldı. Yeni Zelanda çok hızlı hareket ederek sınırlarını kapadı. Yeni Zelanda vatandaşlarının bir bölümü yurt dışında kalmıştı. (Bu durum Ardern’i sonradan çok zorlayacaktı.) Kararlı önlemlerle halkını pandemiden büyük ölçüde korumayı başardı. Ancak pandemi varyant değiştirerek sürdü. Aşılar çıktı. Ardern, başta öğretmenler olmak üzere, kamu personelinin aşı olması zorunluluğunu getirdi. Aşı olmayanlar işini kaybetti. Sosyal medyada Ardern’i hedef alan saldırılar arttıkça arttı. 3000 kadar aşı karşıtı parlamentoyu işgal etti. 

Yine de, Ekim 2020’de Yeni Zelanda halkı, yüzde 49’dan fazla oyla, 120 sandalyeli mecliste 64 sandalyeyi Ardern’in İşçi Partisi’ne vermişti. Jacinda bu kez tek başına iktidardı. Ama dünyada ve Yeni Zelanda’da bir şeyler değişmeye başlamıştı. Ardern, Ocak 2023’te istifa ederek görevinden ayrıldı. Yeni Zelanda’dan ayrıldı. Amerika’ya yerleşti. Harvard’da “Empatik Liderlik” dersleri vermeye başladı. 

Kuşkusuz, Başbakanlığı döneminde yaşananlara ilişkin pek çok ayrıntı, o dönemde dünya kamuoyu tarafından bilinmiyordu. Ardern, pandemi döneminde dünyanın ilgisini çekmiş, hayranlıkla izlenmişti. İstifası özellikle sol, demokrat, ilerici kesimlerde ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Birçok spekülasyon yapıldı. 

Geçen hafta Salı günü, Jacinda Ardern’in anıları, “Farklı Bir Tür İktidar” (A Different Kind of Power) adıyla piyasaya çıktı. Ardern’in anılarının yayınlanması vesilesiyle dünyanın iki saygın gazetesi, Guardian ve New York Times’ta Ardern ile yapılan röportajlar yayınlandı, kitabından alıntılar yapıldı. Trump ile yapılan telefon görüşmesi gibi ayrıntılar bu kitaptan aktarılıyordu. 

“Politikada empati” tartışması yeniden gündeme gelebilir mi?

Psikologlar ve sosyologlar, empatiyi kabaca, başkalarının deneyimlerine ve duygularına kayıtsız kalmama, başkalarının yaşadıklarını önemseme ve kendini karşısındakinin yerine koyarak onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini hayal etme çabası olarak tanımlıyorlar. 

Dünya politikası, geleceğinden endişe duyan geniş kitlelerin, seçimlerini git gide “güçlü liderler”den yana yapmasıyla yeni bir şekle bürünüyor gibi görünüyor. Bir kurtarıcı edasıyla yaklaşılan bu liderler, aslında kitlelerin gelecek endişesini sömürerek, onlara yapay düşmanlar göstererek, siyasi taraflar arasındaki vadiyi her geçen gün derinleştirip, empati göstermek bir yana, birbirleriyle konuşmalarını bile engelleyecek bir kutuplaşmayı yerleştirerek iktidarı elde etmeye ve korumaya çalışıyorlar. 

Dünyanın farklı ülkelerindeki Trumpgiller, iktidarlarını “ötekileştirme” ve “düşmanlaştırma” ile sürdürme peşindeler. Bu yüzden de empati adeta yasak bir kelime. Siyasetten akademiye “empati düşmanları” bu yasağın rahat yayılması için gerekli zemini döşemekle meşguller.

Elon Musk, bir podcast’te şu lafları ediyor mesela: “Batı medeniyetinin temel zayıflığı empatidir.” Musk empatiyi “medeniyetin intiharı” olarak niteliyor. Psikolog  Paul Bloom “Empatiye Karşı” (Against Empathy) başlığını taşıyan bir kitap yazıyor. Popüler olan bu kitabında, empatinin insan ilişkileri üzerinde genel olarak olumlu bir etki yarattığı yönündeki yaygın kabul görmüş görüşü reddederek, “empatinin hayatlarımız üzerindeki etkisini ortadan kaldırırsak veya hiç değilse en aza indirirsek daha iyi durumda olacağımızı” savunuyor. Bir başka popüler, empati karşıtı kitabın adı “Empati Günahı” (The Sin of Empathy).

“Bugünkü politika neden bu kadar acımasız?”

Geçen hafta, New York Times’ın üç yorumcusu, Jamelle Bouie, Michelle Cottle ve David French “Bugünkü Politika Neden Bu Kadar Acımasız” başlığı altında yaptıkları bir “podcast”te empatiye yaklaşımı da değerlendirdiler. Söyleşide, bugün “empatinin ölümü” ile yüzyüze olduğumuz dile getirildi. Bunun yeni olmadığı ama Trump iktidarıyla birlikte artık tamamen su yüzüne çıktığı üzerinde duruldu. Empatinin bir günah gibi değerlendirildiğine, veya “zehirli empati” gibi tabirler kullanıldığına dikkat çekildi. Trumpgiller kastedilerek, “bu kavramın üzerinden buldozerle geçtiler” ifadesi kullanıldı. 

Gerçekten de “empatinin ölümü” yavaş ama kararlı bir biçimde gerçekleşmişti Amerika’da. 2021 yılında, şirketlerin itibar yönetiminde dikkate almaları için Method Research tarafından yapılan bir kamuoyu araştırmasının başlığı sanki bir kehanet gibi: “Amerika’da empati öldü mü?”  Usulüne uygun demografik gruplara ayrılmış 16-76 yaş arasındaki 2013 kişiye sorulan sorular, o dönemde, her dört Amerikalıdan birinin empati hakkında negatif bir görüşe sahip olduğunu ve empatiyi zayıflık olarak gördüğünü ortaya çıkarıyor. Ankete katılanların yüzde 42’si empatinin azaldığını, bunların yüzde 81’i de bu durumdan endişe duyduklarını dile getiriyorlar. Endişe duyanların üçte biri, günümüz kültüründe düşünce liderliğini ellerinde tuttukları için, teknoloji şirketlerinin empatiyi desteklemesi gerektiğini dile getiriyorlar. Elon Musk’un sözleriyle karşılaştırınca ne kadar ironik geliyor insana…

Jacinda Ardern, kendi başbakanlığı döneminde hız kazanan bu değişimi yakından yaşayan, sosyal medyada saldırıya uğrayan, tehditler alan biri olarak, inatla (ve iyi ki) “politikada empatinin ve nezaketin önemi”ni savunuyor: “Bir oda dolusu ebeveyne, çocuklarınız için önemli olduğunu düşündüğünüz değerler nedir diye sorsanız, alacağınız cevaplar bellidir: İnsanlar çocuklarının paylaşmayı öğrenmesini, cömert, nazik, empati sahibi cesur ve cüretkar olmasını isterler. Çocuklarımıza öğrettiğimiz bu değerleri, liderler söz konusu olunca bir şekilde zayıflık olarak görüyoruz.”

Guardian’ın yayın yönetmeni Katharine Viner, Ardern ile yaptığı söyleşide empatiye saldırmanın, özellikle Amerika’da sağın tüm öfkesini yansıttığını belirtiyor ve kamu hayatının korkunç ve zalim bir hale büründüğünü belirterek, “insan böyle bir zamanda neden politika yapmak ister ki”, diye soruyor. Ardern, bu soruyu, “politikayı seviyorum, çünkü insanları seviyorum” diye cevaplıyor. 

Açıkça konuşulmuyor ama, bir süre sonra ülkesine döneceği anlaşılan Jacinda Ardern’in, bununla yetinmeyip politikaya da dönmesinin ihtimal dahilinde olduğu anlaşılıyor. 

Kıssadan hisse var mı?

Türkiye’de yaşamanın ya da Türkiyeli olmanın her zaman kendine has bir güçlüğü olmuştur. Ama son birkaç yıldır bu güçlüğün tırmanış gösterdiğini, suyun adeta boğazımıza kadar yükseldiğini söyleyebiliriz. Böyle bir ortamda, pek çok insanın, kendi dertleriyle boğuşması, dünyada olan bitenle ilgilenmemesi, en fazla, memleketin “hal-i pür melali”ni ilgilendiren meselelere dikkatini yoğunlaştırdığında ise kestirme sonuçlara odaklanması bazen kaçınılmazmış gibi geliyor. Bildiğimiz yol güvenli geliyor. Yeni bir yola koyulmak için sabrımız yok, takatimiz yok. O yüzden, kara bulutların arkasından bir ışık huzmesi gözükse bile görmezden gelebiliyoruz. Oysa o ışık orada var. 

“Empatinin ölümü” gibi psiko-sosyal dönüşümler, bütün bireysel ve sosyal direnç noktalarına rağmen, bizde de yavaş yavaş gerçekleşiyor gibi. O ışığa ihtiyacımız var.

Jacinda Ardern, yeni kitabıyla birlikte muhtemelen bir dünya turuna çıkacak. Önümüzdeki günlerde yayınlanması beklenen bir de belgesel var Ardern hakkında: “Başbakan.” Bunun da çeşitli ülkelerdeki ilk gösterimlerine katılması bekleniyor. Bütün bunlar belki de Ardern için kamusal hayata, politikaya geri dönüşün bir relansmanı. 

Ne diyelim? Kolay gelsin, başarılar… Bize de bekleriz!

ÇOK OKUNANLAR