“Aklını projelerle bozmuş insanlar uzağı görmeye yarayan gözlüklerini hiç çıkarmadıkları için burunlarının dibinde olup biteni göremiyorlar” diye yazmış bir arkadaşım (Haşmet Babaoğlu).
Etrafta sık gördüğüm bir durum bu: bakar-körlük.
Film çekim ekiplerinde çok hassas bir görevi olan, ona “focus puller” (odak çekici) denilen bir kameraman yardımcısı vardır.
Sorumluluğu, kamera merceğinin optik odağını filme alınan kişi veya hareket üzerinde netlik bozulmadan tutmaktır.
“Odak çekme”, kamera merceğinin odak uzaklığını, hareket eden bir öznenin odak düzlemine olan uzaklığına veya hareketsiz bir nesne ile hareket eden bir kamera arasındaki değişen uzaklığa uygun olarak değiştirmek demek.
Odak çekici, görüntünün anlamı için gerekli olduğunda odağı bir özneden diğerine kaydırabilir.
Yaşarken de gereken bu.
Sabit bir odaklanma, dünyayı tek bir düzlemden görmeye zorlar bizi.
Oysa hayat katmanlı.
Odağı değiştirememek, hayatın size getirdiği öncelikleri ve dönüşen gerçeklikleri ıskalamak olur.
Bunun bilerek yapanlar da gördüm maalesef; o hâl bir insanlık dramı.
Tek bir noktaya gözünü dikmiş, bakış açısını ayarlayamayan biri, zamanla ne insanları tam görebilir ne de kendisini.
Bu bir bakar-köre dönüşmektir.
Ruhsal veçhesi de dünyayı ‘babasının malı’ olarak görmeye kadar varabilen bir akıl ayarı kaybı, tehlikeli bir megalomanlaşmadır.
Görmeyi öğrenmek mümkün: ama bakmayı seçmek, ‘insanın iç yolculuğudur’ denilir.
Sabit fikirlilikten özgürleşmek, dünyayı tek bir açıdan değil, değişen katmanlarıyla görebilmek, gerekiyorsa kendinden vermeye, vaz geçmeye rıza gösterebilmek ancak insanın içinden gelen bir öz-terbiyeyle, haysiyet denen şeyi kaybetmemiş olmakla mümkün.
John Berger, “Görme Biçimleri” (Ways of Seeing) adlı eseriyle, odak meselesini yalnızca teknik değil, aynı zamanda kültürel, politik ve insani bir mesele olarak ele alır:
Odak, bir tercihtir.
Ve bu tercih, her tercih gibi, bakışın arkasındaki insanı ve onun niyetini ortaya koyar.
Berger şöyle der: “Görmek, her zaman bir şeyle ilişki kurmaktır. Görmek yalnızca bakmak değil, anlam vermektir.”
Ona göre nasıl gördüğümüz, içinde yaşadığımız kültür, ideoloji ve deneyimlerle şekillenir.
Yani odakladığımız şey rastlantısal değildir.
Bize gösterilenle, bizim görmeyi seçtiğimiz arasındaki farkı kavrayabildiğimizde, gerçek anlamda “odak değiştirebiliriz.”
Mesela bir kadın portresine odaklandığımızda, Berger izleyiciye şunu sordurur:
Bu kadına neden böyle bakıyorum?
Böylece izleyiciyi, sadece bakmakla yetinmeyip bakışını sorgulamaya ve odak değiştirmeye davet eder.
Ama eleştirel bakış geliştirilmeden, yani kişi kendi odak noktasını sorgulamadan, bu meziyet asla tam olarak kazanılamaz.
Bu da, vicdanla, kendine dürüst olmakla, öz eleştiriyle içselleştirilmesi gereken yoğun bir çaba meselesi.
Bana sorulursa, “etraf ne der kaygısı” sürdükçe de başarılamaz.
Kimileri bu durumlara ‘mahalle baskısı’ adını taktı.
Oysa ortada mahalle filan yok artık, ortak bir kendinden başka birine geçme arzusu, bunun yol açtığı azgın bir utanmazlık durumu var.
Ve bugün dünya sürekli bir görüntü akışı, bilgi bombardımanı, hızlı değişen bir gerçeklik içinde; sabit bir odakta kalmak ısrara dönüşürse körleşme durdurulamaz.
Bir başka hastalık gibi yaygınlaşan, boynuza asılı açık unutulmuş bir kamera gibi sürekli odak kaybıyla dolaşmak (bir görüşten diğerine atlamak) ise, ayrı bir dert olarak insanı kimliksizleştirir.
John Berger’in “görme biçimi” dediği şey sadece dış dünyayı değil, kendi benliğimizi de nasıl gördüğümüzle ilgilidir.

Bir ‘focus puller’
Eğer bize gösterilenle yetinirsek, başkalarının seçtiği odaklarla yaşarız. Reklamlar, algoritmalar, politikalar, trendler bizim neye bakmamız gerektiğini söyler.
Ve biz sorgulamazsak, kendimize ait bir bakış açımız, yani kişiliğimiz silikleşir.
Ama eğer odağımızı değiştirebilirsek, başka bakışları görebilirsek, ama aynı zamanda kendi içsel pusulamıza sadık kalabilirsek, yolumuzu şaşırmadan, değişimin içinde özümüzü kaybetmeden yürüyebiliriz.
Bugünün dünyasında kim olduğunu bilmek, neye baktığını ve neyi göz ardı ettiğini bilmekle başlıyor.
Bunu, bir tür ‘haysiyet hasarı/kaybı tespiti’ gibi kabul etmeliyiz.
Sonra, John Berger’in bakıp gördüğü gibi, bakışını seçebilen insan, hem dünyayı hem kendini kaybetmeden yol alabilir.