Cinayet, Kazı ve Hâkimiyet:  Agatha Christie ve Britanya İmparatorluğu’nun Ortadoğu İlgisi
17 Haziran 2025

Agatha Christie’nin Ortadoğu’yla ilişkisi, sadece bir seyahat düşkünlüğünden ibaret değildir.

Britanya İmparatorluğu Ortadoğu’ya yalnızca asker ve mühendis göndermedi, anlatıcılar da gönderdi. 

İster diplomat ister casus ister edebiyatçı olsun, bu kişiler bölgeyi anlattıklarıyla “şekillendirme” işlevi gördüler. 

Agatha Christie o anlatıcılardan biridir.

1930’lar, Britanya İmparatorluğu için hem zirve hem de sarsıntı yıllarıydı.

Hindistan’da bağımsızlık hareketleri yükselirken, Ortadoğu yeni bir enerji kaynağının toprağı olarak yükselişe geçmişti: Petrol, emperyalizmin yeni gözdesiydi.

İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla boşalan bu coğrafyada hem politik hem ekonomik nüfuz kurmak istiyordu. 

Bunun için sadece toprağı ya da kaynakları yönetmek değil, aynı zamanda algıyı da kontrol etmek gerekliydi.

Agatha Christie, bu ihtiyacın zarif figürlerinden biri olarak sahneye çıktı. 

Arkeolog eşi Max Mallowan ile birlikte Irak ve Suriye’deki kazılara katıldı. 

Bu kazılar, bir yandan antik medeniyetlere dair bilgi üretirken, öte yandan Britanya’nın bölgedeki “medeniyet taşıyıcısı” olmak iddiasına (algısına) hizmet ediyordu.

Onun yazdıklarında ‘kazı’ bir metafordu: 

Batı’nın Doğu’nun ‘kazarak geçmişine inmesi’, onu kendi kültürüyle anlaması, kendi medeniyeti için sınıflandırması ve en önemlisi de sahiplenmesi. 

Bu tipik bir ‘kolonyal’ anlatı estetiği. 

Estetik, burada sadece edebi bir tercihten ibaret değil, İmparatorluğun kültürel stratejisi’ydi. 

Bu fotoğraf, sadece bir kişisel anı değil; aynı zamanda Batılı entelektüellerin Orta Doğu’daki varlığına, arkeoloji üzerinden kurulan kültürel ve politik ilişkilere dair sembolik bir kare: Agatha Christie, 1950’lerde Irak, Bağdat’taki Britanya Arkeoloji Okulu’nun balkonunda çay keyfi yaparken.

Ortadoğu, yüzyıllardır dış müdahalelerin, emperyal planların ve ideolojik projelerin sahnesi. 

Ama bu müdahaleler hiçbir zaman “çıkar” veya “fetih” olarak adlandırılmadı. 

Hep “medeniyet götürmek”, “demokrasi kurmak”, “barış sağlamak” gibi “iyi niyet (!) estetiği” ile drajeli söylemlerle meşrulaştırıldı. 

Bugün bu retorik, daha da sofistike biçimlerde devam ediyor.

Öyle olduğu için, İsrail’in İran’a başlattığı saldırıyı anlamak isteyenler “niyet okumaya’ çalışıyor. 

Bence aslında bütün üç maymunlar bile, “İran’a saldırmak, sadece İran’a saldırmak değildir” görüşünün gerçekliğini biliyor.

Ama mesele bir kez daha anlatıcının kim olduğunda.

Agatha Christie’nin Ortadoğu’ya dair çizdiği resim, yalnız geçmişin bir hikâyesi değil; bugünün medya anlatılarında, haber başlıklarında ve kültürel temsillerinde hâlâ yaşamakta olan bir şey.

Aydınlar, yapılan şey ne kadar korkunç olursa olsun, onu savunacak cümleler bulurlar. Aklı, duygudan kopararak suçu estetikle örterler. 

Sonuçta da, ‘medeniyet’ ile ‘barbarlık’ arasında haklıyı, bir Batılı dedektifin, Hercule Poirot’nun aklı bulur.

2023-2024’te İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, dünyaya “Hamas’a karşı kendini savunma hakkı” olarak sunuldu. 

Oysa birkaç ay içinde okullar, hastaneler, sığınaklar bombalandı. 

On binlerce sivil hayatını kaybetti.

İsrail bu eylemleri “meşru müdafaa” ile, Batı dünyası ise genellikle “İsrail’in güvenliği” ile gerekçelendirdi. 

İşgalin İyilikle Kamufle Edilişi” Gazze’de işlenen savaş suçlarını örten bir perdeye dönüştürüldü. Vicdan sahipleri o örtüyü çekip almaya çalışıyor.

Çünkü buradaki kötülük, açık bir vahşet değil sadece. Aynı zamanda onu “anlayışla karşılamaya” davet eden bir  etik körlük. 

Irak’a 2003’te yapılan ABD işgali, “kitle imha silahları” bahanesiyle başladı. Ancak sonradan böyle tek bir silahın varlığı kanıtlanamadı. 

Saddam devrildi ama Irak, etnik ve mezhepsel savaşların içine düştü. IŞİD’in ortaya çıkışı da bu boşlukta gerçekleşti. 

ABD’nin “iyi niyeti” (!) milyonlarca kişinin ölümüne, göçe ve kalıcı istikrarsızlığa neden oldu. 

Bu hâlâ “demokrasi getirmek” olarak anılıyor mu?

Şimdi bir de “İyilik Endüstrisi”ne dönüştürülmüş bir “garabet” var ortalıkta.

Ortadoğu’da özellikle Suriye, Lübnan, Yemen gibi ülkelerde “insanî yardım” adı altında yapılan birçok faaliyet, aslında jeopolitik nüfuz’un yeni aracı.

Sivil toplum kuruluşları, kalkınma ajansları, yardım TIR’ları… 

Bunlar gerçekten birkaç can kurtarıyordur mutlaka; ama o araçlar sadece o yardım malzemelerini değil aynı zamanda toplumsal dokuyu şekillendirme, bölge içi bağımlılık yaratma ve politik yönlendirme amaçlarını da taşıyor. 

İyilik’ kurumsallaştırıldığında niyetin yerine, statüyü kontrol ön plana geçiyor. Bir ülkenin sivil ölümleri, “kolateral zarar” olarak küçümseniyor. 

Böylece iyi niyetli görünen tüm retorikler, kimin öleceğini, kimin konuşacağını belirleyen bir silaha dönüşüyor.

Bu coğrafyada “iyi niyetli kötülük”ün tarihi derinliği, 1916’da yapılan Sykes-Picot Anlaşması’ndan başlıyor: Osmanlı sonrası Ortadoğu’yu “düzenlemek” için kaderinin İngiltere ve Fransa arasında gizlice çizilişiyle. 

Amaç istikrar, kalkınma, modernleşme’ydi. Sonuç, yapay sınırlar, iç savaşlar, koparılmış halklar ve bir asırlık çatışma döngüsü bugün.

Ortadoğu halkları, artık “iyi niyetli”(!) konuşmalara, sempatik bildirgelere, parası balolarda toplanan yardım paketlerine değil; gerçek adalete, eşitliğe ve rahat bırakılmaya ihtiyaç duyuyor.

Yıkılan bir evin önünde yardım kolisiyle poz vermek, o yıkımı meşru kılmıyor.

Bir halkı kurtarmak”, “bir çocuğu korumak”, “bir şehri savunmak”, “bir kıtada hastalığın kökünü kurutur görünmek” kulağa hoş geliyor… 

Ama tarih (ve sanat) gösteriyor ki, iyi niyet, ortadaki sonuçları meşrulaştırmıyor. 

Hatta bazen, en tehlikeli kötülükler tam da bu iyi niyet maskesiyle gizleniyor. Modern çağın yüzünü bu kadar korkutucu yapan da bu. 

Kötülük, artık karanlık gizli köşelerde değil, beyaz odalarda, ekranlarda, yardım paketlerinde yaşıyor.

Bugünün dünyasında benzer örnekler sayısız.

Irak Savaşı, “özgürlük” ve “kitle imha silahları” bahanesiyle başlatıldı. 

On binlerce insan öldü, bir ülke istikrarsızlığa sürüklendi, terör örgütleri palazlandı. 

Ama müdahale edenler, hâlâ kendilerini “özgürlük taşıyıcısı” olarak anlatıyor.

Benzer şekilde, pandemi döneminde kamu sağlığı gerekçesiyle uygulanan gözetim sistemleri ve dijital izleme araçları, bireysel mahremiyeti kalıcı biçimde yok etti.  Gene “İyi niyetle” kurulduğu söylenen bu sistemlerin, daha sonra otoriter sistemi yönetenler tarafından baskı aracı olarak kullanılabildiği artık bir sır değil.

Ortadoğu’ya dışarıdan bakanların yapması gereken şey, artık yeni “iyilik götürmek” senaryoları bulmak değil. 

Önce karanlık tarihsel sorumluluklarını anlamak ve sonra kendilerini geriye çekmek.

İyiliğin bu coğrafyada tekrar mümkün olması için, önce onun yok edici olmuş versiyonlarıyla yüzleşmek gerekiyor.

Fazla saflık olduğunu farkındayım.

Ama belki Agatha Christie’yi yalnızca cinayet romanlarının kraliçesi olarak değil bir dönemin “kültürel ruh halinin yazarı” olarak okumamız mümkün. 

ÇOK OKUNANLAR