Seçimli otokrasi dünyayı ateşe verebilir mi?
22 Haziran 2025

“Seçimli otokrasi” 21. Yüzyıl dünya siyasetinin yeni normali olmaya aday gözüküyor. Seçimle iş başına gelmiş otokratlar dünya liderleri arasında sayıca çoğunluğa ulaşmasalar bile, mevcutların bölgelerini ve dünyayı ateşe verme kapasitesi yetecek de artacak gibi… 

Öncelikle seçimli otokrasiden ne kastettiğimizi açıklamaya çalışalım: Seçimli otokrasi, seçimlerin düzenli olarak yapıldığı, ancak adil ve özgür bir siyasi rekabet ortamının bulunmadığı (ortadan kaldırıldığı), demokratik kurumların, hukuk kurumlarının içinin boşaltıldığı veya iktidarı tahkim edecek biçimde yeniden yapılandırıldığı, böylece iktidarın uzun süreli olarak tek elde toplandığı bir yönetim biçimi…

Popülist seçim vaatleriyle işbaşına gelen, yönettikleri ülkeleri yavaş yavaş yukarıdaki tanımlamaya uyacak şekilde dönüştüren ve sonunda tam anlamıyla otokrasinin egemenliğini kuran bu liderlerin yönetim tarzları şaşılacak biçimde (ya da hiç de şaşılacak bir tarafı olmayan biçimde) birbirlerine benziyor. 

Toplumu, birbirine düşman iki kesime bölerek “biz ve onlar” üzerine kurulu bir siyaset yapıyorlar. Yerleşik basını “düşman” ilan ederek bir mücadele başlatıyorlar ve sonunda özgür basını ortadan kaldırıyorlar veya kontrol altına alarak kendi yanlarında yer almasın sağlıyorlar. Zamanla demokrasinin bütün denge ve denetim mekanizmalarını yok ediyor veya anlam yitirecekleri şekilde değiştiriyorlar. Meslek kuruluşlarının muhalif olmaması için özel bir gayret sarf ediyorlar. Hukuk sistemini kendilerine bağlı hale getiriyorlar. İcraatlarını yargının desteğiyle yürütüyorlar. İş başına gelir gelmez bürokrasiyi düşman ilan ediyorlar. Bürokrasinin ilerlemenin önündeki en büyük engel olduğu fikrini tekrar tekrar işliyorlar. En sonunda her türlü atamayı tek elden yaptıkları bir sistem kuruyorlar. Muhalifleri köşeye sıkıştırmak, siyaset sahnesinden silmek için her yola başvuruyorlar. Güvendikleri şirketlere sürekli kamuoyu araştırması yaptırarak, araştırma sonuçlarına göre mevzi, ittifak, söylem değiştiriyorlar. Bu onlara halk desteğini hep belirli bir düzeyde tutma olanağı sağlıyor. Böylece kendi tabirleriyle “elitlerle mücadele”de halkın onlardan yana olduğunu ileri sürebiliyorlar. 

Psikolojik olarak korkak ve güvensiz, en yakınındakini harcamaya hazır, sürekli yalan söyleyen ve etrafındakiler de kendisine yalan söylediği için bir süre sonra gerçeklikle ilişkisini kaybeden liderlerden söz ediyoruz. Alaycı, küstah ve saldırganlar…

En önemli özellikleri ise, içerde ve dışarda sürekli “düşmanlarla” çevrili olduklarını ileri sürmek, o düşmanlarla mücadele görüntüsü içinde çevresindeki yönetici ve takipçi kitlesini sağlamlaştırmak, sadece muhalefeti değil kendi yandaşları arasında çıkabilecek aykırı sesleri de gerektiğinde susturabilmek. Haliyle, düşmanla mücadele halindeyken aykırı ses çıkarmak, “vatan hainliği”ne kadar gider. 

Düşmanla yapılan bu mücadele tabii ki bir “ölüm-kalım meselesi”. Bu meselenin, iç politikaya dönük bir propaganda malzemesi olarak kullanılması kaçınılmaz. Propaganda dediğiniz zaman, bunun silahlı çatışma, askeri operasyon ve savaş gibi toplumu aynı ülkü etrafında toplayacak başka biçimlere dönüşmesinin, bu tür rejimlerde güçlü bir olasılık olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan beri siyasi literatürde yerini bulmuş bir konu. 

Her çatışma, her savaş bununla açıklanamaz ama “düşmanla mücadele”nin iç politikadaki sıkışıklıkları azaltan, ortadan kaldıran, “cambaza bak” etkisi yaratan ve asıl olarak safları sıkılaştıran bir yanı da yok değil.

Milleti “tek yürek” haline getirmek

Örneğin, Putin’in Ukrayna’yı 2022’deki işgalinde, güvenlik endişesi ve jeopolitik hırsların yanı sıra, iç politikadaki desteğini sağlamlaştırma arayışının da etkili olduğu yapılan yorumlar arasında yer alıyordu. 

2022’de Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde, ekonomi iyi gitmiyordu. 2014 Kırım işgaliyle gelen ambargolar yıpratıcı olmuştu. Geniş kesimler geçim sıkıntısı ile yüz yüzeydi. Böyle bir ortamda Putin’in kendine gizli saraylar yaptırması, oligarklarla içli dışlı (kimilerine göre ortak) olması, çoğu devlet varlıklarının üzerine konarak zengin olan oligarkların Avrupa ve Amerika’da sürdüğü hayatlar, önce homurdanmalara, sonra da küçük çaplı protesto hareketlerine yol açıyordu. Yolsuzlukları ortaya çıkaran ve protesto hareketlerini örgütleyen bir muhalif lider, Alexei Navalny, Putin’i ciddi biçimde rahatsız ediyordu. Navalny, yönetimdeki çürümüşlüğü, siyasi baskıları gözler önüne seriyor, halkın memnuniyetsizliğini örgütlü protestolara çevirebiliyordu. 

Navalny henüz çok güçlü görünmemekle birlikte muhtemelen yalnız değildi. Olağan şüphelilerin Navalny’i alttan alta destekleme ihtimali herhalde Putin’i çileden çıkarıyordu. Bazı oligarklar, ordu içindeki bazı komutanlar, partinin bazı ileri gelenleri gibi…

Putin bu tablodaki renkleri savaşla birlikte değiştirmeye, yerini sağlamlaştırmaya başladı. Bunda propaganda kartlarını iyi oynamasının rolü de vardı. “NATO bizi kuşatıyor”, “Ukrayna’yı neo-naziler ele geçirdi” gibi uç iddialardan oluşsa da, medyayı tümüyle ele geçirmiş olması, ulusal hassasiyetleri kaşımakta zorluk çekmemesi, Putin’in iç politikada konsolidasyon hedefinde başarılı olmasına yol açtı. İddiaların gerçek olması gerekmiyordu. 

Savaş batağa saplandı. Ekonomi yeni ambargolar ve yurt dışındaki varlıkların dondurulması ile daha da kötüleşti. Muhaliflerin üzerindeki baskı arttı. Navalny öl(dürül)dü. Gazeteciler tutuklandı, kayboldu ama Putin’in desteği arttı. Çünkü Rusya’nın dünya üzerindeki etkisini artırmış ve Rus halkına gururunu iade etmişti. 

Bir kez daha “hayat-memat meselesi” mi?

Netanyahu’nun İran’a saldırma zamanlaması ile ilgili olarak da benzeri değerlendirmeler yapılıyor. Evet burada da güvenlik endişesi, jeopolitik hırslar, dinî saikler var ama bunlar uzun zamandır var. Bir yanda Gazze savaşı daha sürdürülürken, İran’a şimdi saldırmak gerçekten “hayat memat meselesi” miydi? 

Netanyahu’nun iktidarı hassas bir koalisyon dengesi üzerinde duruyor. Daha yakın zamanda koalisyon hem kendi içinde, hem de muhalefetle, ultra dinci İsrail vatandaşlarının askerlikten muaf tutulması konusunda birbirine girdi. Bu arada muhalefetin parlamentonun lağvedilerek seçimlerin yenilenmesi önergesini, Netanyahu’nun sağ koalisyonu pek de rahat olmayan bir biçimde reddetmeyi başardı. 

Bu oylama iki hafta kadar önce yapıldı ve o sırada kamuoyu yoklamaları bir erken seçimde Netanyahu’nun kaybedeceğini söylüyordu. Netanyahu’nun ülkeyi etrafında toplamaya ihtiyacı vardı. İktidarı kaybedemezdi, çünkü üzerinde Demokles’in kılıcı sallanıyordu. Güney Afrika Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine soykırım davası açtı. Uluslararası Ceza Mahkemesi Netanyahu hakkında tutuklama kararı çıkardı. Ülke içinde hakkında açılmış yolsuzluk davaları vardı (rüşvet alma, verme, kayırma). İktidarı kaybederse hapse girecekti. 

Ve 13 Haziran’da saldırı başladı. Tabii ki zamanlamanın stratejik sebepleri vardı. İran ambargolardan zayıf düşmüş, önceki nokta saldırılarında komutanlarını kaybetmiş, yakın zamanda kolu kanadı (Hamas-Hizbullah) kırılmıştı. Ayrıca, İran’ın ABD ile anlaşmasını baltalamak gerekiyordu, çünkü bu anlaşmanın işe yaramayacağına, bir zaman sonra İran’ın yeniden nükleer silah peşinde koşacağına inanılıyordu. Şuraya bir not düşelim: Bu yılın başında Trump’ın kendi atadığı Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmada, İran’ın nükleer silah geliştirmediğini söylemişti. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada 3,5 dakikalık bir videosu dolaşan Gabbard’ın, “nükleer savaş tehlikesi bitmedi” demesi, bu iki çıkış yan yana konursa, tehlikenin ABD-İsrail cephesinden geldiğini belirtiyordu. 

Eğer ABD, İsrail’in yanında savaşa girmezse, savaşın nereye gideceği belli değil. Batılı analistler kimin elindeki füzelerin daha çabuk tükeneceği konusunda bir karara varamıyorlar. Eğer İran’ın tesisleri çalışamaz hale getirilemezse, bu savaş da İsrail açısından batağa saplanabilir. Ama Netanyahu iktidarda kalma mücadelesi açısından istediğini şimdiden elde etmiş durumda. İsrail Demokrasi Enstitüsü’nün çok yeni bir kamuoyu araştırması, Yahudi İsraillilerin yüzde 82’sinin Netanyahu’nun İran’a saldırı başlatmasını ve bu saldırının zamanlamasını desteklediğini ortaya koyuyor. (Arap asıllı İsrailliler’in yüzde 65’i aksi görüşte). İsraillilerin üçte ikisi saldırı kararının objektif biçimde ve güvenlik gerekçelerine dayalı olarak alındığını düşünüyor. 

Federal Alman Şansölyesi Friedrich Merz’in şu sözleri de İsrail’in yarattığı Gazze tepkisinin (iki yüzlü ya da değil) Batılı liderler nezdinde geride kalmasını simgeliyor olabilir: “Bu İsrail’in hepimiz için yaptığı kirli bir iş. Bizler de bu rejimin kurbanlarıyız. Bu molla rejimi dünyaya ölüm ve yıkım getirdi.” 

İşte Netanyahu’nun zamanlaması. 

Trump bu iki hafta içinde kamuoyunu mu yoklayacak?

Şimdi dünya gözünü Donald Trump’a çevirdi. ABD’nin sürprizlerle dolu lideri, İran’a saldırıp saldırmayacağına karar vermek için iki hafta izin istedi. Bir görüşe göre Trump, eldeki sığınak delici bombaların kesin sonuç verip İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini yok edip edemeyeceğini anlamaya çalışıyor. Çünkü ABD savunma çevrelerinde, bu bombaların işe yaramayacağını, bu savaşta ancak taktik nükleer silahların iş görebileceğini ileri süren bir kesim var. 

Bir başka görüşe göre ise Trump diplomasiye bir şans daha veriyor. İran’dan bir mesaj bekliyor. Olumlu mesaj gelirse savaşı durduracak. (Netanyahu onu dinler mi, şüpheli…)

“Savaşların, çatışmaların iç politikaya etkisi” tezi doğrultusunda düşünmeye devam edersek, şöyle bir spekülasyon yapabiliriz: Trump savaşa müdahil olmasının iç politikadaki getirilerini ve götürülerini ortaya koyacak bir kamuoyu araştırması ve onu izleyecek bir strateji çalışması için iki hafta bekliyor.   

Her şeyden önce Trump otokrasi yolunu boydan boya kat edebilmiş değil. İlk dönemi bayağı zorlu ve engellemelerle dolu geçti. Bu nedenle ikinci döneme fırtına gibi girdi. Başkanlık kararnameleriyle bir sürü değişiklik yaptı. Bürokrasiyi hallaç pamuğu gibi attı. İntikam operasyonları yaptı. İstihbarat servislerinden sağlık kuruluşlarına kadar birçok kurumda temizlik gerçekleştirdi. Göçmenleri sınır dışı etmek için inanılmaz yöntemleri devreye soktu.

En son örneği Los Angeles-California’da gördük. Ev ve işyeri baskınları geniş bir tepkiye ve protestolara yol açtı. Trump asayişi sağlayamadığı gerekçesi ile valinin emindeki yetkileri kendi eline aldı ve Los Angeles’e milli muhafızları ve deniz piyadelerini gönderdi. Büyük olasılıkla California eyaletindeki dengeleri kendi lehine çevireceğini, ülkeye gözdağı vereceğini ve yandaşlarının içini ferahlatacağını düşündü. 

Ancak, Public Policy Institute of California’nın (California Kamu Politikaları Enstitüsü) Haziran 2025’te yaptığı bir araştırmada, California halkının ABD’nin en önemli problemi olarak, siyasi aşırı uçları ve demokrasinin tehdit altında olmasını gördüğünü (yüzde 35), ekonomi ve işsizliği ikinci sıraya koyduklarını (yüzde 21) ve göçmen meselesine ancak üçüncü sırada yer verdiklerini (yüzde 11) ortaya koyuyordu. Sadece California sorulduğunda ekonomi öne geçiyordu. Trump’ın onaylanması yüzde 30 düzeyinde kalıyordu. California nüfusunun yüzde 70 kadarı ülkenin yanlış yöne gittiğini söylüyordu.

Forbes’a göre, ülke çapında düzenli yapılan anketler Trump’ın yüzde 40-45 aralığında onaylandığını gösteriyor. 2024 sonunda yapılan genel seçimlerde Trump’ın oy oranı yüzde 49,8’di. Dünyayı yakmayı gerektirecek kadar bir fark yok aslında. Ancak Trump’ın acelesi var. İktidarı tam anlamıyla tekeline toplayabilmiş değil ve aykırı sesler canını sıkıyor. Danışmak için işe aldığı kendi memurlarının karşı görüşlerine sinirleniyor. Partisinden kongre ve senato üyelerinin bazıları, ABD’nin dış savaşlardan elini ayağını çekme sözü verdiğini hatırlatırken, ötekiler İran’ın nükleer silaha sahip olmasını önleyeceğini belirtmiş olduğunu hatırlatıyorlar. Trump her hamlesinin karşısında mahkemeleri buluyor, çünkü yasalara ve Anayasa’ya uymuyor. Sonunda istediğini elde ettiği pek çok örnek var ama gecikmeler sinirlerini yıpratıyor.

Trump kazanacağından emin olursa savaşa girecek gibi. Öte yandan İran’dan bir ışık görürse “barışı ben sağladım” diyerek kazanmayı da yedekte tutuyor. Birinci ihtimal garanti değil, ikinci ihtimalin işleyeceğine ilişkin ise bir işaret yok. Tek bir darbeyle düğümü çözmeye, tüm sorunlarını halledip yönetimi total biçimde eline almaya sıvanır mı, bunun için bir kez daha Anayasa’yı ihlal edip savaş kararını tek başına alır mı, bilmiyoruz. İhtimal dahilinde… Anayasa’ya göre İran doğrudan ABD’ye saldırmadığı için Trump’ın savaşmak için parlamento onayına ihtiyacı var. Savaşı kazanmanın ne olduğu da ayrı bir tartışma konusu…

Fırsattan faydalanmaya çalışan kendini yakabilir

Buraya kadar seçimli otokrasinin pek çok dış politika hamlesini iç politikayı rahatlatmak için yaptığını ileri sürdük. Buna ihtiyacı olan başka rejimler de olabilir. Ama, üç ana aktörün ve henüz sahneye çıkmamış yardımcı aktörlerin yarattığı çok yönlü kaos ortamı içine girmek, kendi kendini ateşe atmaktan başka bir şey değil gibi görünüyor. 

Yüksek politika bazen sanıldığından çok daha basit olabilir.

ÇOK OKUNANLAR