“Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.”
Ahmet Hamdi Tanpınar (Suat’ın Mektubu)
‘Bozulma’ bir kere yerleşti mi, insan artık kötülüğünü sorgulamaz hâle gelir.
Asıl tehlike bu.
Çünkü bozulan (dejenere) bireyler, yozlaşmış kurumların, adaletsiz sistemlerin ve vicdansız yapıların payandaları.
Onlar omuz verdikçe de Tanpınar’ın yetmiş küsür yıl önce uyardığı çöküşün bugün de bir çaresi yok gibi.
Sistem, bozulmuş bireylerin kurduğu çarklarla dönüyor.
Ve çarklar, bir yeri değil, herkesi ezmek üzere tasarlanmıştır.
Çünkü bozulmak, insan denilen varlığın sadece davranışlarını değil, iç işleyişini kaybetmesi.
Tam da böyle, vicdanın sustuğu, utancın kalmadığı, anlamın buharlaştığı bir iç yıkım dönemindeyiz.
Kafka’nın eserlerinde, bu bozulma çok daha önce başlar.
İnsanlar, suçlarını bilmeden cezalandırılır, kimliksizleşir, gölgeler gibi yaşar.
Bu boğuculuk içindeki ‘Modern İnsan’, kendini anlamaya çalıştıkça daha da parçalanır.
Tanpınar ve Kafka’nın yazın dünyasında bu parçalanmanın iki temel tetikleyicisi var:
Zaman ve sistem.
Tanpınar için zaman sadece fiziksel bir ölçü değil, insanın ruhuna işleyen bir gerilim hattıdır.
Geçmişle gelecek arasındaki birey, bugünü “carpe diem” şiarlarına “hay hay efendum!” deyip yaşayamaz.
İnsan, kök salmakla savrulmak arasında sıkışır.
Yalnız bırakılışını, “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin” diye dile getiren Oğuz Atay’ın “Ben buraya sıkıştım, içimle dışım birbirine uymuyor artık” diyen, ahlâkî dağılmanın acısını çeken karakterleri Tanpınar’ın işaret ettiği bozulmuşluğun içinde “tutunamayan”, tutunacak birini bulamayan insanlardır.
Onun yazdığı ‘iç çatışma’, Tanpınar’ın “bozulmak” dediği sürecin acı farkındalığı.
Kafka’da ise sistem, görünmeyen ama baskısını her an hissettiren bir labirent.
Mahkemeler, bürolar, emirler…
Hepsi kişiyi değil yalnızca düzeni korur. Ve insan bu düzende yalnızca bir mahlûk’tur.
İç dengesini bir kere kaybeden insan artık önlenemez ve onarılamaz bir yıkıma sürüklenir.
Bu yüzden, Dostoyevski’ye atfedilen bir yorumla, “İnsanın kendine ihanet etmesi, başka herkese ihanet etmesinden beterdir.”
“İnsan kendini öldürmeden de yok edebilir” derken, Albert Camus, bir düşmeyi anlatmak istiyor.
Ona göre, içindeki anlamı yitiren (yabancı) insan kendi kendini çürütmeye başlar.
Çünkü, “İnsanı en çok öldüren şey, yaşarken kendinden vazgeçmesidir.”
Tanpınar’ın o sözünü destekleyen bir yargı da şu: “İçsel çürüme başladığında, insanın kendisi artık ona çare olamaz.”
İçsel çöküş, Tanpınar’ın ‘bozulmak’ dediği sürecin Kafka’daki karşılığıdır.
İnsanı yıkan, kendi içindeki çürüme...
Nietzsche, insanın kötülükle mücadelesinde, kendisinin de o kötülüğe dönüşme tehlikesine dikkat çekerken uyarıyor:
“Canavarla savaşan kişi, dikkat etsin; kendi de bir canavara dönüşmesin.”(1)
Yani insan, derin bir yozlaşmayla temasta kaldığında, onun bir parçası olabilir.
Ve bir kere dönüştü mü, o dönüşüm çoğu zaman artık kalıcı.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cümlesi sadece kişisel değil, toplumsal ve felsefi bir uyarı aslında.
İnsan bozulduğunda, medeniyet denilen şey onu yüklenmeye çalışırsa o da kendi ruhunu, varsayılan değerlerini teker teker kaybeder.
Tam bu durumun yaşandığı berbat günlerdeyiz.
Kafka’dan Arendt’e, Dostoyevski’den Nietzsche’ye kadar birçok düşünür, insanın içindeki çürüme başladığında, insanlığın dış müdahalelerle düzelemeyecek kadar derin bir krize gireceğini söylemiş:
“İnsan, düşünmeyi bıraktığında her kötülüğe ortak olabilir.”(2)
Yalan-dolan eğilimlerin, çağdaşlık adıyla dayatılan uyduruk ve bencil yaşam felsefelerinin kabullenilmesiyle, bugün yaşananlardan yarın hepimize düşmesi muhtemel korkunç pay budur.
Peki çare?
Yüzümüzü tekrar içimizdeki insana, çevirmek.
İçi karanlık hesaplara boyun eğmişlerle aydınlık bir gelecek kurulamayacağını unutmadan.

Dünyadaki kalışınızı puanlayın- Yeryüzünü bir arkadaşınıza tavsiye eder misiniz?
***
(1)- Friedrich Nietzsche, “İyinin ve Kötünün Ötesinde”
(2) Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı”