Atatürk Dönemi Mimarlarından Hikmet Koyunoğlu’nun Son Projesi
27 Haziran 2025

Hikmet Koyunoğlu’nu çok kısa bir dönem için de olsa tanıdım.

Kızı Özcan (Gündüz) Oğuz Atay’ın Yıldız Teknik Üniversitesi’nden yakın dostu öğretim üyesi, inşaat mühendisi Altay Gündüz’ün eşiydi.

Oğuz’la yakın arkadaşlığım dolayısıyla her ikisiyle biz de dostluk kurarak yaşadıkları Mecidiyeköy’de ana cadde üzerindeki apartman dairelerine çok sık gider olduk.

Oğuz’u kaybettiğimiz ev odur. 

O bina, Koyunoğlu Ailesi’nin aynı yerdeki köşklerinin arsasında bir ‘aile apartmanı’ (hotel particulier) olarak inşa edilmişti.

Hikmet Bey, Özcan ve Altay’ın payına düşmüş geniş dairede onlarla birlikte yaşıyordu. Çok nadir olarak çıktığı odası caddeye bakan ön cephedeki salondan yan ve arka cephedeki odalara doğru giden uzun koridorun sonundaydı. 

Orada sürekli bir şeylerle meşgul olduğunu öğrenmiştik, sessiz sedasız gün-boyu çalıştığını hatırlıyorum.

Dışarıdan daktilosunun tuş sesleri işitilirdi.

Biz emektar aşçı Recep’in hazırladığı akşamüstü çaylarını içtiğimiz salonda epey kalabalık bir grup olarak sohbet ederken, Hikmet Bey, bazan, sessizce salon kapısında belirirdi.

Onu saygıyla karşılardık. 

Çok gençtim. Benim Mimarlık eğitimi gördüğümü, Oğuz’la yakınlığımı öğrenmişti.

Ayrıca, muhtemelen Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nden gençlik arkadaşı ressam Şerif Renkgörür’ün eşim Emel’in dedesi olduğu da ona söylenmişti.

Bunlara ek, belki de kendisini huşu içinde dinleyen çok genç bir adamla, günlük rutini dışında bir-iki lâf etmek yaşlı üstada değişik geldiğinden, yanına hürmetle iliştiğimde alçak sesiyle bana bir şeyler anlatırdı.

Bunlardan biri Şerif Beyle yaşadıkları bir gençlik gecesiydi.

Bir kış, geç vakitte hafif çakır keyif olarak, yanılmıyorsam Pangaltı-Feriköy civarlarında kaldırımda bir karartı gibi uyuyan birini görmüşler.

Paltosuzmuş. 

Ressam dedemiz, sohbetlerini bölmeden, sırtından paltosunu çıkarmış, üşüdüğü belli adamı örtmüş, her nereye gidiyorlarsa konuşa konuşa gecenin karanlığında yola devam etmişler.

Ondan işittiğim ve çok sevdiğim bir de fıkra var.

Roman vatandaşa sormuşlar:

Kaymak sever misin?

Çok severim, demiş.

Anlat biraz, nasıl bir şeydir, diye üstelemişler.

Hiç yemedim, demiş Adam.

Şaşırmışlar.

Nasıl olur, demiş biri, Hani çok seviyordun? 

Aldıkları cevap çok derindir:

Çeribaşı’nın yiyişini gördüm, demiş, bilge gariban, hafif eğlenerek.

75-76 yıllarıydı, Milliyet Sanat Dergisi bir film hikâyesi yarışması açtı.

Hikmet Bey sanıyorum 90’lı yaşlardaydı.

O yarışmaya ikimiz de katıldık ve birinci olamadık.

Ben yanılmıyorsam ‘ilk on’a seçildim.

Galiba gene kendilik ile ilgili bir hikâye yazmıştım.

Ama iyi biliyorum ki, jürinin aklına o yaşta çalışmış, yazdığını daktilosuyla kendisi temize çekmiş bir Usta’ya bir ‘takdir ödülü’ vermek gelmedi.

Muhtemel kim olduğu fark edilmemişti.

Adlarını andığım kişiler artık başka bir âlemde… Yazılara bir süre ara verme isteğime rağmen, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’de, “Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu 1893–1982” başlıklı bir sergi olduğunu öğrendikten sonra bu yazıyı yazmadan edemezdim. 

Cumhuriyetin ilk dönem mimarlarından Koyunoğlu’nun en önemli yapıtları Ankara’daki Etnografya Müzesi, bugün müze olarak kullanılan Türk Ocağı Binası, Bursa’daki Tayyare Kültür Merkezi’dir. 

Son eseri ise, Oğuz Atay’ın hayâlini kurduğu sakin yaşamı simgeleyen, memleketine çekilip onda yaşamayı düşündüğü ama bunu gerçekleştiremediği köy evi için çizdiği taslaktı.

Oğuz Atay, “Babama Mektup” öyküsünde bu evi uzun uzun anlatır:

Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde … ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim.”

ÇOK OKUNANLAR