Türkiye ve enerji dendiğinde bir basit gerçeği hepimiz biliyoruz: Bu ülkenin doğal enerji kaynakları son derece kısıtlı, dolayısıyla Türkiye enerji ithalatçısı. Bunu ister petrol olarak, ister doğal gaz olarak, isterseniz de doğrudan elektrik olarak anlayın, Türkiye her yıl yurt dışından ciddi miktarda enerji ithal etmesi gereken ülkenin adı.
Bu basit gerçek, oturup bir enerji stratejisi yazmak istediğinizde kağıda geçirmeniz gereken ana çerçeveyi de belirler aslında: Türkiye, enerji konusunda dış bağımlılığını ne kadar azaltırsa o kadar iyidir.
Yani, ülkemizin bir enerji stratejisi olacaksa, o stratejinin hedefi hedefi dış bağımlığını azaltmak, yerli kaynaklardan üretimi arttırmak olabilir sadece, başka bir şey değil.
Nitekim, daha 1930’lardan itibaren Türkiye bu hedefe yönelmiş, ülkenin önemli bölümü elektriksizken DSİ’nin ve o zamanlar var olan Elektrik İşleri Etüd İdaresi’nin mühendisleri eşek sırtında dağ dere tepe ülkeyi karış karış gezmiş, hidroelektrik santralı, yani baraj yapılacak yerleri belirlemiş, projeler yapılmış.
Her biri fakir Türkiye için epey pahalı olan bu projeler 60’lardan itibaren hayata geçmeye başlamış. 70’lerde Keban Barajının yarattığı heyecanı hatırlıyorum hayal meyal. 80’lerde Karakaya ve Atatürk Barajlarının heyecanını gazeteci olarak defalarca yerinde gördüm, haberler röportajlar yazdım.
Ama barajlarla bir yere kadar gidebilirsiniz. Çünkü elektrik arzı arttıkça aslında talep de artıyordu. Modern hayat, gelişmiş üretim teknolojileri hayata giriyor, elektrik talebini arttırıyordu. Bugün dahil o talep artmaya devam ediyor. Çünkü elektrik demek uygarlık demektir. Talebin artması uygarlık seviyesinin artması, ekonomik gelişmişliğin artması anlamına gelir.
Türkiye, barajların kendisine yetmediği gerçeğiyle aslında 80’lerden itibaren tanıştı. Siyasetçiler çoğu Doğu Bloku ülkeleri (Polonya, Çekoslovakya, Rusya) tasarımı termik santralları satın almaya ve kurmaya başladılar. Bugün üçüncü gün oldu, yazdığım Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralları bunların en tipik örneği.
Bunu 90’larda rahmetli Mesut Yılmaz’ın bana hakaretler yağdırmasına neden olan Rusya ile Mavi Akım anlaşması ve doğal gaz çevrim santralları modası izledi.
Türkiye işte o zaman enerji stratejisindeki temel hedefi kaybetti; yerli kaynaklara yönelmek yerine “eyvah yarın elektrikler kesilecek” telaşı yaratarak en pahalı elektriği ithal etmeye başladı. (İş insanı Turgay Ciner o zamanlar yüksek sesle konuşur, her seferinde “Doğal gaz alacağımıza doğrudan elektrik ithal edelim” derdi. Haksız değildi, daha ucuza gelecekti. Ciner o sırada yoğun biçimde kömür madenciliği yapıyordu, doğal gaz ithalatı onun işlerini etkiliyordu.)
Ak Parti iktidarı tam olarak bu stratejisizliği devraldı ve maalesef bunu uzun süre devam ettirdi. 2013’te Soma maden faciası yaşandıktan birkaç ay sonra aynı bölgeye yeni bir termik santral için lisans satışına çıktılar.
Oysa Soma’ya giden veya otoyolda kıyısından geçen herkes aynı manzarayı görüyor: Soma’nın o korkunç eski teknolojili santralının buhar bacalarının arasından baktığınızda arka planda sessizce çalışan rüzgar güllerini görüyorsunuz. O rüzgar size ne kadar temiz ve “yerli milli” enerji sağlıyorsa, termik santral o kadar pis bir enerji sağlıyor.
Ak Parti geç de olsa rüzgar ve güneşin sağlıklı enerji kaynakları olduğunu anladı ama aslında bugün bile stratejisizliğini değiştirmiş değil.
Şu korkunç uygulama devam ediyor: Rüzgar ve güneşten elektrik üretenler bu elektriği piyasa fiyatından satamıyor; onun yerine en fazla EPDK’nın belirlediği bir tavan fiyattan satabiliyor.
Peki o gün oluşan piyasa fiyatı o tavan fiyattan daha yüksekse ne oluyor? Aradaki para farkı EPDK bünyesindeki bir fona yatırılıyor, o fondan da kömürle özellikle de ithal kömürle üretim yapan termik santrallara sübvansiyon veriliyor. Yani devlet rüzgarla elektrik üretenin cebinden parayı alıyor, ithal kömürle üretenin cebine koyuyor.
Bu davranışın bahanesi de şu: Termik santrallar ‘baz üretim’ yapıyor, onlardan vazgeçemeyiz.
Kim diyor size bir günde vazgeçmeniz gerektiğini?
‘Baz üretim’ veya ‘Baz enerji’ kabaca şu demek: Elektriğin yüksek gerilim hatlarına belirli bir frekansta verilmesi lazım, bu frekansta dalgalanmalar bütün şebekenin çökmesine neden olabilir. İşte o güvenilir frekansta elektrik üretimine “baz üretim” deniyor.
Rüzgar veya güneşten elde edilen enerjinin frekansını sürekli sabit tutmak çok zor. Türkiye yıllarca bu bahanenin ardına saklandı ve rüzgar ile güneşi ikinci planda, adeta bir fantezi düzeyinde ele aldı.
Oysa 1930’lardan beri var olan temel strateji yerinde duruyor olsa, rüzgar, güneş ve jeotermal ciddi öncelik kazanırdı.
Öncelik olsa yıllardır konuşulan off-shore rüzgar santralları yapılırdı. Çanakkale açıklarından Çeşme açıklarına, Batı Karadeniz kıyılarından başka alanlara kadar denizde üretim, yani off-shore kapasitesi çok yüksek Türkiye’nin. Karadeniz’in derelerine mikro santrallar yapmaktan çok daha ucuz ve etkili bir yol. Üstelik çevreci.
Bu üç yazılık serinin ilk yazısında Yeniköy-Kemerköy maden sahalarına rüzgar tarlaları kurulsa diye bir hesaptan söz ettim.
Bu iki termik santralın toplam kurulu gücü 1050 MW. Bu kurulu güçten elde edilen elektriğin miktarına yakın elektriği güneşten üretmek için bunun kabaca 5 katı büyüklükte kurulu güce, yani 5 bin MW kurulu güce ihtiyaç var.
Bana gelen bir itiraz, o bölgede böyle bir kurulu gücü bağlayacak iletim hattı kapasitesi bulunmadığıydı. Mühendislerin hesabına göre bu güçte güneş santralı kurmanın, iletim hattı ve şalt merkezleri kurmanın yatırım maliyeti 2,5 milyar dolardı.
İkinci itiraz güneşten gelen enerjinin dengesiz olması ve bölgedeki enterkonnekte altyapısının bununla başa çıkabilecek seviyede olmamasıydı. Oysa bunun bir çözümü var: Depolamalı sistem kurulabilir.
Türkiye nihayet şimdi depolamalı, yani bünyesinde devasa pil sistemleri bulunduran ve böylece şebekeye dengeli akım gönderen rüzgar ve güneş santralları yapımına başladı. Bu pil teknolojileri 20 yıla yakın zamandır mevcut, Türkiye daha yeni başlıyor. Stratejisizliğin bir başka göstergesi de bu.
Esasen gün geçirmeden Türkiye Enerji Bakanlığı’nın oturup öncelikle doğal gaz çevrim santrallarından tamamen çıkmak, termik santrallardan da tamamen olmasa da yüzde 70-80 oranında çıkmak için zaman tabloları da içeren bir planlamayı yapıp ilan etmesi lazım.
Bu adım sadece dış kaynaklara bağımlılığı azaltmayacak, aynı zamanda Türkiye’nin karbon salım hedeflerine daha kolay ulaşmasına da yardımcı olacak.