Meşhur sözü bilirsiniz: “Elinizdeki yegane alet çekiçse bütün sorunlar size çivi gibi gözükür.”
Bu söz bazı kaynaklarda ünlü Amerikalı mizah yazarı Mark Twain’e atfediliyor ama sözün sahibi olarak ünlü sosyal psikolog Abraham Maslow’u gösteren kimi kaynaklar da var.
Kime ait olduğu tartışması ikinci planda, bir şey kesin: Bu bir Türk atasözü değil.
Ama nedense bu sözün dünyada en sık hatırlatıldığı ülke Türkiye.
Hatırlatanların hayal gücünün sınırlı olmasından değil bence bu; Türkiye’de yaşadığımız durumların bu söze sık sık “cuk” oturmasından kaynaklanıyor.
Şimdi bir kez daha çekiç-çivi sığlığının arasında sıkışmış durumdayız.
Savcılıklar ama en çok İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul’daki hepsi de CHP’li başkanlarca yönetilen belediyelere yolsuzluk soruşturmaları açmış durumda.
Savcılığın işi suç iddialarını soruşturmak elbette ama bu soruşturmaları yapmanın bir sürü yolu var. Bizim savcılığımız, başlıca yöntem olarak şüphelendiği kişileri hemen gözaltına almayı, ardından da tutuklamaya sevk etmeyi benimsedi. Savcılığın elindeki çekiç bu işte, her çiviyi tutuklamak istiyor.
İnanlar önce tutuklanıyorlar, ardından da itirafçı olurlarsa serbest kalacakları beklentisi yaratılıp ifade vermeye zorlanıyorlar. Böyle ilk ifadesini iki kere, üç kere değiştirip, hatta aynı gün içinde iki kez ifade verip serbest kalmayı umanlar ve serbest kalanlar oldu.
Bu durum da ister istemez, soruşturmaya başlarken, hatta gözaltı ve tutuklama kararlarını aldırırken savcılığın elinde yeterince delil olmadığı, soruşturduğu suçu henüz dava açmaya yetecek derecede kanıtlayamadığı izlenimi veriyor. Ortada henüz bir iddianame olmadığı için bu izlenimin ne denli geçerli olduğunu ölçemiyoruz elbette ama izlenim bu işte.
Peki savcılık elde ettiği itiraflarla yeterince “kanıt” buldu mu? Bu da belli değil. Çünkü bu itiraflar, savcılığın soruşturmaya konu çemberi genişletmesine neden oluyor, sürekli soruşturmaya yeni yeni isimler dahil ediliyor. İşte bu sabah bir uyandık Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve Büyükçekmece’nin zaten tutuklu olan başkanı yerine seçilen vekil başkan Ahmet Şahin de gözaltına alındı. Hepsi İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı talimatıyla.
Genel olarak bilimde ama en çok fizik biliminde kullanılan bir ilke var: Eğer olağanüstü bir iddiada bulunuyorsanız, sergilediğiniz kanıtlar da olağanüstü derecede sağlam ve özenli olmalı.
Ne bileyim, Albert Einstein genel görelilik teorisinde Sir Isaac Newton’un 1687’de ortaya attığı ve bütün bilim alemi tarafından artık bir “kanun” olarak benimsenmiş olan kütleçekim teorisininin yanlış olduğunu söyledi.
Bu, tam anlamıyla olağanüstü bir iddiaydı. Teori, ortaya atıldıktan 4 yıl sonra Arthur Eddington adlı bir İngiliz astronom tarafından test edildi ve ortaya çıkan kanıt öyle olağanüstüydü ki, bütün dünya Einstein’ın haklı olduğunu bu kanıt sayesinde kabul etti. Konu kapandı.
Şunu kabul edelim: İstanbul’un muazzam bir oy farkıyla seçilmiş belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nu yolsuzluk iddiasıyla soruşturmak değil ama onu alıp özgürlüğünden yoksun bırakmak olağanüstü bir iddia.
Fizik bilimindeki prensibi kullanacak olursak, savcılığın bu olağanüstü iddiasını hepimizi susturacak kanıtlarla ispat etmesi gerekirdi. Aradan 100 günden fazla zaman geçti, daha İmamoğlu hakkında dava açılmış değil.
Savcılığın kanıtları biraz olsun zayıfsa, biraz olsun tartışmaya açıksa veya kanıtların gösterdiği ile alınan özgürlüğünden yoksun bırakma tedbiri arasında orantısız bir ilişki varsa, savcılık kaçınılmaz biçimde siyasetin tartışma konusu haline gelir. Nitekim ülkemizde yaşanan durum bu.
Onlarca firma her ay anketler yapıyor ve bu anketlerde açık açık “Savcılığın iddialarını inandırıcı buluyor musunuz” sorusu soruluyor; yüzde 60’a yakın cevap “Hayır, inandırıcı bulmuyorum” şeklinde.
Oysa bu ne acıklı bir durum. Bir hukuk soruşturmasının inandıcılığının halka sorulduğu nerede görülmüş? Böyle şeyler bizim ülkemizde maalesef sık sık oluyor, suçlananlar kendilerini milletin önünde savunmak zorunda kalıyor. Oysa ülkemizde yargılamalar anglo-sakson usulü jüri önünde değil sadece yargıçların önünde yapılıyor. Suçlu veya suçsuz kararını jüri değil yargıçlar veriyor.
Yargılamalar halk nezdinde yapılınca, suça veya suçsuzluğa halk karar versin istenince kaçınılmaz biçimde siyaset işin içine giriyor, bir taraf (genellikle iktidar) suçluluğu savunurken diğer taraf suçsuzluğu savunuyor.
Ve insanlar da, kendilerinin politikaya dahil olma seviyesine göre değişen oranlarda kendilerini delil değerlendirmesi yaparken buluyorlar. Bu değerlendirmeler de genellikle tek taraflı medyanın kendi meşrebine göre yayınladığı kanıt veya savunmalardan hareketle yapılıyor. Yani buradan da sağlıklı sonuca ulaşmak imkansız aslında.
Ama bu durum siyaset kurumunun umurunda değil; onlar sağlıklı ve adil bir yargı sonucu peşinde değiller, onlar pozisyonlarını korumak, rakibi zayıflatmak peşindeler.
Mesele adli anlamda “gerçek”i bulmak olmaktan anında çıkıyor, siyasi tarafların halk çoğunluğuna kendi “hakikat”lerini kabul ettirme çabasına dönüşüyor. Gerçekte yolsuzluk olup olmadığı süreci yönetenlerin umurunda değil.
Dolayısıyla ansızın savcılık soruşturmaları da, savcının kendisi öyle istemese bile, siyasi mücadelede iktidar kanadının başlıca silahına dönüşüyor.
O silah da dediğim gibi esasen bir çekiç artık. Bu çekiç önüne gelen her şeyi çivi olarak görüyor, kafasına kafasına iniyor.