
Çok iyi koşu… 79 kilo kaybettin.
Ardı arkası kesilmeyen sokma akıllarla
İnsanlık koştu koştu, buraya mı vardı sonunda?
Hatırlayanlar, unutmaya karşı duruyor.
Böylece ‘Hafıza’, yalnızca karmaşık bir kişisel süreç değil, bugünün dünyasında kolektif bir politik mücadele hâline geliyor.
Neden hâlâ aç Afrika’da çocuklar?
Kimse sormamalı mı bunu?
Onca kadim medeniyetin coğrafyası ne zaman olumsuz “kader” olmuş mesela; ve nasıl?
Kimler kendini bir ‘Kader Mimarı’ yerine koymuş ve koyuyor hâlâ?
Ne Doğu tanıyor, ne Batı.
Ne sınır, ne kıta.
Ne yakın, ne uzak.
Her nokta menzilde.
Sanki bir modern “Ali kıran baş kesen” çökmüş bir yerlere, hiçbir ülkeye belini doğrultma hakkı, hiçbir halka huzur verilmiyor.
Hem de ne demokrasi mahfillerinden, nerelerden ve cebren!
Ne zamana kadar sürebilir bu?
Sürmeli mi?
Birilerinin elinde kâh cetvel, kâh silah, kâh tehdit, kâh çuvalla para.
Ve bol pembe hikâye.
“Sistem” diye bir lâf var, kişisel vicdanlara af getirip insanı serinletmeye yetiyor.
Yedirmeye kalktığı da, bazan bir parmak bal, bazan…
İnsanlar ne zaman öğrenebilecek cebindeki upuzun el kimlerindir, hangi aç doymak nedir bilmiyor?
Kapalı kapılar, ‘ardındakileri’ niçin gizler?
Hangi gölge oradan hiç eksik olmaz Alplerin karlı zirvelerinde bile?
Hem de tam Jacques Prevert’in bir şiirindeki gibiyken dünya:
Büyük kan birikintileri var gezegende/ Bu dökülen kan nereye gider/ Yeryüzü mü içer, içip de başı mı döner/ Öyleyse tuhaf bir baş dönmesi bu, tekdüzelik içinde.
Fransız Şair 1970’lerde öldü, ondan sonra koca bir yarım yüzyılda yaşananları görmeden.
O uzun şiirinin adı “Kan Türküsü”.
İsterim ki, o ülkeyi yönetenler tamamını kalp gözüyle bir okusun.
Merak ediyorum, hiç öğrenemeyecek mi insanoğlu, kimlerin nefesi durmadan döndürüp duruyor, insanı gözleri bağlı beygir yerine koyan pis dolapları; bir derin soluk arası bile vermeden?
Acının, insana kıymanın bu kadar sıradanlaştığı o ‘tekdüzelikten’ samimi bir gına geldiyse herkese, geçmişi hep birlikte unutmayı deneyebiliriz.
Yeter artık, denmeli bu gidişe mutlaka.
Ama Gazianteplilerin ironik deyişindeki, “derdini mübaşire anlatan” saf müştekinin durumuna da kendimizi düşürmeden.
Yaşanmışlar çıkarılmış bir dersle hatırlanmadıkça, insanoğlu yenisinin üretilmesine engel olamıyor.

Onların size ihtiyacı olduğunda…

Sizin onlara ihtiyacınız olduğunda.
Sonra aynı rüya tekrar görülüyor.
Her seferinde uyanınca unutuluyor.
Ama toprak unutmuyor.
Onu deşen bombalar, mayınlar, toplu topsuz, adlı adsız mezarlar, suskun kalmış tanıklar, anlatılmamış dramlar… Hepsi orada.
Ve yeryüzünde her yer, her an “orası” olmak üzere.
Hoş kılıflar giydirilmiş savaşlarla.
Bir gün, bir çocuk ayağı takılır düşerken kalmış bir kemiğe çarpabilir.
Sağa-sola girmeden, ilkin bunu görmek bir ‘aydın sorumluluğu” olmalı.