Yaşadığımız yeni dünyanın belirleyici özelliği, artık ortak bir ‘Gerçek’e sahip olmamamız, hepimizin kendi ‘hakikat’lerimizle yaşamaya zorlanmamız.
Ne demeye çalıştığımı anlatmaya ‘Gerçek’ ve ‘Hakikat’ten neyi kastettiğimle başlayayım.
‘Hakikat’ ve ‘Gerçek’ eş anlamlı sanılan kelimeler ama hayır, anlamları aynı değil.
‘Gerçek’ten kasıt, hepimiz için bir ve aynı olan fiziki gerçekler. 2+2’nin 4 olması; yerçekiminin her zaman çekmesi, itmemesi; dünyanın güneşin etrafında eliptik bir yörüngede dönmesi; dünyamız bir küre olması gibi şeylerden başlayarak diğer bütün tartışmasız gerçekler.
‘Hakikat’ ise daha kişiye ve öyle olduğuna inanmaya bağlı olan şeyler. Örneğin çoğunluk için bir yaradıcının varlığı bir “gerçek” ama içimizden bazıları buna inanmıyor. Bazılarımız için Ekrem İmamoğlu’nun hapiste olmasının yegane sebebi onun yolsuzluklara bulaşmış olması; ama çoğunluk İmamoğlu’nun yolsuzluk yaptığı için değil Cumhurbaşkanlığı yarışında Tayyip erdoğan’ı yenebilecek bir aday olduğu için hapse atıldığını düşünüyor.
Bu çeşit tartışmalı, temelde de seçimlik olan şeylere “hakikat” diyoruz.
‘Gerçek’ fiziki dünyada olan bir şey; ‘Hakikat’ ise zamanla oluşturulan, biz insanların kafalarında oluşturduğu bir şey.
Biliyorsunuz, dünyamızın küre şeklinde olduğunu türlü çeşitli biçimlerde ispay ettik, sonunda uzaya çıkıp fotoğrafını da çektik. Ama bu fiziki ‘gerçek’ bile herkesi ikna etmiyor, dünyanın gerçekte düz olduğunu söyleyenlerin sayısında son 20 yılda müthiş bir artış var.
Benim gibi yaşı yetenler, geçmişte bu ‘Gerçek’ ile ‘Hakikat’ arasındaki farkın gündelik hayata değil filozoflar arasındaki tartışmalara dair olduğunu, gündelik hayatımızda rakip hakikatlerin aktif bir kavgasına pek az konuda yaşandığını hatırlıyor.
O zamanlar sadece bazı post-modernci filozoflar, ‘hakikat’in birden fazla olduğunu söyler, bu hakikatlerin her birinin kendi başına ‘gerçek’ olduğunu anlatıp kafamızı karıştırırdı.
Bugün, tam olarak o filozofların yazdığı post-modern çağda yaşıyoruz ve o yüzden çağımıza bir de “post-truth çağ” (hakikat sonrası) adı verildi.
Jeffrey Epstein sadece çok zengin ve çok geniş çevresi olan biri değildi, aynı zamanda bir pedofildi. Yaşı küçük kızlarla sevişmekten, hatta onlara tecavüz etmekten hoşlanıyordu. Bu bir gerçek.
Neyse ki henüz hiçbir alternatif hakikat, yaşı küçük kızlara tecavüz etmenin “normal” olduğunu bize söylemiyor.
O Epstein, tutuklu bulunduğu cezaevinde hala tam olarak izah edilemeyen biçimde öldü. Resmi açıklama intihar ettiği ama Amerika’da pek çok kişi “Konuşmasın diye öldürüldüğünü” düşünüyor.
Kim böyle düşünenler? Onlar, zaten Amerika’da başını Hillary Clinton gibi isimlerin çektiği, daha çok Demokrat Partililerden oluşan bir gizli örgütün genç, hatta çocuk yaşta kişilere tecavüz ettiğini, onların kanlarını alıp kendilerine transfer ederek sonsuz gençliği yakalamaya çalıştığını ve bu arada Amerika’yı el altından yönettiğini iddia edenler.
Jeffrey Epstein de bu gizli örgütün bir parçasıydı onlara göre ve Epstein’in özel uçağına binenler, onunla arkadaşlık edenlen, onun partilerine katılanlar işte bu gizli örgütün önemli bir bölümünü oluşturuyordu.
O yüzden yıllardır, Donald Trump’ın ideolojik oy tabanını oluşturan ve artık ‘MAGA’cılar’ (MakeAmerikaGreatAgain-Amerika’yı Yeniden Büyük Yap’cılar) diye anılan gruplar, hem Epstein’ın öldürüldüğünü hem de bir türlü tamamı kamuoyuna açıklanmayan bu “Epstein dosyaları”nın o gizli örgütü ifşa edeceğine inanıyorlar.
Başkan Donald Trump’ın kendisi de sık sık bu yaygın inançla oynadı, “Başkan olunca dosyaları açıklayacağım” dedi. Ama dosyalar açıklanmadı.
Gerçekte bu dosyaların açıklanmamasının basit bir insani sebebi var: Dosyalarda Epstein’in işlediği suçlarla bağlantısı kurulamayan başka yüzlerce isim daha geçiyor. Onların isimlerini açıklamak, onlara karşı haksızlık.
Ama bu açıklamanın yapılmamasının ilan edilmeyen bir sebebi daha var: İsmi geçenlerden biri de Donald Trump’ın kendisi.
Daha bu sabah The Wall Street Journal’da okudum, Epstein’in 50. yaşgünü için hazırlanan bir kitaba Trump da mektup yollamış. Bu mektup, WSJ’ye göre elle çizilmiş bir çıplak kadın resminin etrafına daktiloyla yazılmış yazılardan oluşuyor. Gazeteye göre Trump arkadaşına mutlu yıllar dilerken “Her gün sana yeni bir sır getirsin” demiş. Trump bu mektubu yazdığını inkar ediyor ve WSJ’ye dava açacağını söylüyor.
O dava açacak ama Trump ile Epstein’in yakın arkadaşlığı, hatta birlikte ‘çapkınlık’ yaptıkları sır değil. Trump uzun yıllar önce Epstein’in “daha genç” kızlardan hoşlandığını da söylemişti zaten.
Ama sonra ikilinin arası 2004’ten sonra bir arazi anlaşmazlığı nedeniyle açılıyor, Trump o tarihten sonra bir daha Epstein ile görüşmeyi kesiyor. Sonra Epstein 2008’de ‘Genç yaştaki fahişelerle birlikte olmak’tan tutuklanıyor ama biliyorsunuz bu tutuklamadan tuhaf bir adli anlaşmayla kurtuluyor, ta ki yeniden tutuklanacağı ve bu kez sonunda öleceği suçlamalarla karşı karşıya gelene kadar.
Düne kadar Epstein dosyalarını açıklama sözü veren Trump bunu yapmadı diye Amerika’da kendi tabanında ciddi eleştirilere uğruyor. Dahası, Epstein’in ölümüyle ilgili FBI tarafından açıklanan videoda da montaj ve kesinti yapıldığı da saptandı ve Başkan iyice zor duruma düştü.
O da çareyi ortaya yeni bir “hakikat” atmakta buldu: Bu dosyalar geçmiş Obama ve Biden yönetimleri tarafından hazırlanmıştı ve güvenilmezdi. Şimdi bu yeni “hakikat”i yaymakla meşgul, yeterince yaydığında kendi adının da yer aldığı listeyi açıklayabilir.
Aslında ortada hiçbir şey yokken kendi komplo teorinizin dönüp sizi ayağınızdan vurması, bir yanıyla çok komik elbette.
Benzer bir “hakikat” savaşı son birkaç gündür Türkiye’de de LGS diye bilinen liselere giriş sınavı sonuçlarının açıklanmasıyla yaşanıyor.
Sınavda 700’den fazla öğrencinin tam puan alması, sınavda hile yapıldığına bir karine olarak konuşuluyor. Daha birinci gün “gerçek”i savunmak için dört başı mamur tutarlı bir açıklama yapması gereken Milli Eğitim Bakanlığı günlerce sağa sola hakaretler ettikten sonra ilk gün yapması gerekeni yaptı, soruşturma başlattı. Ama pek çoğumuz bu soruşturmanın LGS’yi aklamak için yapıldığından daha şimdiden emin zaten.
Gerek Amerika’da yaşanan “gerçeğin kaybı”nın gerekse Türkiye’de yaşanan “gerçeğin kaybı”nın kök sebebi aynı:
Düne kadar bize hep gerçeği söylediğini düşündüğümüz toplumsal kurumların uzun yıllardır devam eden saldırılar altında zayıflatılmış olması, siyasi çıkar ve gücü elde etme çabasının geri kalan her şeyden daha önemli olduğunu düşünen bir siyaset ve kültür savaşının kurbanı olması.
Medyaya güven böyle yıpratıldı, kurumlara güven böyle ortadan kaldırıldı ve bütün bunlar gayet bilinçli bir çabayla yapıldı Amerika’da da, Türkiye’de de.
Otoriter popülist yönetimler “gerçek”in tekelini ellerinde tuttuklarını iddia edebilmek ve bütün toplumu kendi “hakikat”lerinde yaşatabilmek için bunu yaptılar.
Şimdi dönüp o yapılanın iki ülkede de bu yıpratmayı yapanları vurması bir çeşit kader olsa gerek.