Son yıllarda giderek daha sık duyduğumuz bir kavram var: Less is more. Yani “Az çoktur.”
Aslında bu tanım mimar Ludwig Mies van der Rohe’nin modern mimaride sadeliği yücelten yaklaşımını ifade etmek için kullandığı bir kavramdı. Ancak zaman içinde bu ifade sadece mimari ya da tasarımla sınırlı kalmadı; yaşam tarzına, tüketime, hatta zihinsel sağlığa kadar geniş bir alana yayıldı. Bugün minimalizm, sürdürülebilirlik ve bilinçli yaşam gibi kavramlarla iç içe geçmiş bir trende dönüştü.
Peki “Less is more” gerçekten bir felsefi tercih mi yoksa ekonomik zorunlulukların cilalanmış hali mi?
Birçok insan için bu sorunun yanıtı karmaşık. Zira günümüz Türkiye’sinde tüketim alışkanlıklarındaki dönüşümü salt bir trend olarak açıklamak giderek zorlaşıyor. Evet, sosyal medya ’da daha sade evler, daha minimalist kıyafet seçimleri, sıfır atık reçeteleri görüyoruz. Ancak bu tercihlerin ne kadarı bilinçli bir yaşam arzusundan, ne kadarı fiyat etiketlerinden kaynaklanıyor? Düşünmek lazım.
Trend mi, teğet geçen gerçeklik mi?
“Az çoktur” felsefesinin cazibesi ortada. Daha az eşyayla yaşamak, zihni sadeleştirmek, doğaya daha az zarar vermek… Hepsi kulağa hoş geliyor. Ancak bugünün ekonomik koşullarında “az tüketmek” bir seçeneğin ötesinde, çoğu zaman bir mecburiyet. Özellikle son yıllarda Türkiye’de hayat pahalılığı çarpıcı biçimde arttı. TÜİK’in tartışmalı verilerine göre bile yıllık enflasyon %70’leri zorlarken, bağımsız araştırmalar bu oranın çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Gıda fiyatları, kira, ulaşım, eğitim gibi temel giderler ciddi oranda artarken, tüketicinin alım gücü hızla düşüyor hatta düştü. Bu ortamda insanlar, “minimalist” yaşama geçerken aslında ihtiyaçlarını yeniden tanımlamak zorunda kalıyor. Yeni bir mobilya almak, kıyafet alışverişine çıkmak ya da tatil planı yapmak artık sadece bir bütçe meselesi değil; çoğu zaman hayal bile edilemeyen bir lüks.
Sosyal medyanın “minimalizmi” ne kadar gerçek?
Bir diğer mesele de bu trendin sosyal medya tarafından nasıl sunulduğu. Az ve öz diyerek beyaz keten perdeler, doğal taş tabaklar, sade kahve köşeleri… Bunlar minimalizmin dışavurumu gibi sunuluyor ama çoğu zaman oldukça pahalı tercihler.
Bu noktada şunu sormak gerek: “Acaba minimalizm dediğimiz şey, hayatı sadeleştirme iradesi mi, yoksa imkanların daraldığı bir dönemde bu gerçeğe farklı bir yorum getirme çabası mı?”
Tüketimin dönüşümü
Aslında tüketim alışkanlıklarımızda ciddi bir dönüşüm var. Ancak bu dönüşümün motoru çoğu zaman ekonomik gerçeklik. “Azla yetinmek”, “daha sade yaşamak” gibi kavramlar son yıllarda bilinçli tercihlermiş gibi sunulsa da arka planda çok daha derin bir ekonomik sıkışmışlık yatıyor.
Marketten alınan ürün sayısı azalıyor, kıyafetler eskidikçe yenilenmiyor. Dışarda yemek yemek lüks sayılıyor, sinema ya da tiyatro gibi kültürel etkinlikler erteleniyor. Çocukların kursları, evin tamiratları ya da sağlık kontrolleri bile ‘biraz daha bekleyelim’ listesine ekleniyor. Yeni bir telefon almak ya da bozulan beyaz eşyayı değiştirmek ise artık uzun vadeli hedefler arasında yer alıyor. İnsanlar bu durumu kabullenirken, kendilerini ikna etmenin bir yolunu da “Less is more” anlayışında buluyor. Acaba bu trend, içinde bulunduğumuz ekonomik şartlara duygusal bir kılıf mı sağlıyo
Ortak bir gerçeklikte buluşmak
Sonuç olarak, “Less is More” felsefesi belki bir zamanlar bilinçli bir yaşamın parçasıydı. Ama bugün Türkiye özelinde bu söylem, giderek daha fazla ekonomik sıkıntıların hayat bulmuş hali gibi görünüyor. Tüketemediğimiz her şeyi, “zaten istemiyorduk” diyerek rasyonalize ediyoruz belki de.
Bu durum tek başına kötü mü? Mutlaka değil. Zira sadeleşmenin çevresel, psikolojik ve toplumsal faydaları yadsınamaz. Daha az tüketmek, daha az atık, daha az hırs ve daha çok denge demek. Ancak burada kritik olan, bu sadeleşmenin bir tercihten mi yoksa çaresizlikten mi kaynaklandığını fark edebilmek.
Gerçek bir dönüşüm, ancak bilinçle başlar. Azla yetinmek, ne zaman ki bir yoksunluk değil, bir özgürlük biçimi olarak benimsenirse; o zaman bu yaşam biçimi sürdürülebilir ve dönüştürücü olabilir. Ama bugün geldiğimiz noktada, pek çok insan için o “az”, yaşam tarzından çok koşulların dikte ettiği bir zorunluluk.
Kimi için “Less is more” hâlâ bir etik duruşun, bilinçli sadeliğin ve modern dünyaya karşı sessiz bir direnişin ifadesi. Ne var ki, giderek genişleyen bir kesim için bu “azlık” hali, öznel bir tercih değil; ekonomik zorunlulukların biçimlendirdiği bir hayat pratiğine dönüşmüş durumda.
Burada göz ardı edilemeyecek bir semantik kırılma var: Aynı kavram, iki farklı bağlamda tamamen zıt anlamlar taşıyabiliyor. Biri gönüllü bir yavaşlama, sadeleşme ve içsel dönüşüm sürecini imlerken; diğeri, imkanların daraldığı bir düzende ayakta kalma stratejisine işaret ediyor.
Bu ayrımın bilincine varmak sadece bireysel farkındalıkla sınırlı değil; aynı zamanda toplumsal bir uyanışı da gerekli kılıyor. Gerçek bir dönüşüm, ancak tercihle zorunluluğun sınırlarının ayırt edilebildiği bir zeminde mümkün olabilir. Belki de sadeleşmenin en sahici biçimi, bu farkı gözeterek bakabilme cesaretidir. Zira sadeleşmek, her zaman bir tercih olmayabilir; kimi zaman sessiz bir çöküşü de içinde barındırır.
Çünkü sadeleşmek, kimi zaman bir bilgeliktir; ama bazen de sadece sessiz bir çöküştür.