Uluorta ‘Terbiye Edilen’ Çocuklar ve Sonrası
29 Temmuz 2025

Dünkü The New York Times’da, “Z Kuşağı Size Gözünü Dikip Bakıyor. Asıl Soru Neden?” başlıklı bir yazı vardı.

Z Kuşağı’nın çeşitli sosyal durumlara sadece ‘uzun ve kasıtlı bakışlarla karşılık verme eğilimi’, kuşaklar arası bir tartışma başlattı” deniyordu.

Yazıya göre, bir TikTok videosunda, bu bakışın olası anlamlarından biri, “müşteri hizmetlerinde çalışan birinin sinir bozucu taleplerle başa çıkarken takındığı boş ve tepkisiz ifade” olarak ele alınıyordu.

Sözü edilen “boş ve tepkisiz ifade”, kişinin iletişim kurma yetisinin eksikliğinden değildi.

Videoda, 30 yaşındaki bir anne Riley Despot küçük kızını çok genç bir eğitmenin golf dersine götürdüğünde yaşananı anlatıyordu.

Anne, eğitmene selâm verip kızına golf öğretmeyi kabul ettiği için teşekkür   etmiş ve yalnızca bir bakış ve bir “hıh” yanıtıyla karşılık almıştı.

Yazıdaki açıklama basitti:

Z Kuşağı’ndakilerin çoğu, kimseye sohbet borçlu olduklarını düşünmüyordu.”

Bana kalırsa, bu durum son 30-40 yılda yaşanan çok hızlı zihniyet değişikliğiyle ilgili olmalı.

Epey bir zamandan beri o değişimin simgesel örneklerinden olan ‘büyük alışveriş merkezlerinden’ birine girdiğinizde, hemen orada, ona ‘itaat etmek istemeyen’ ama bunu anlatamadığı için sadece gözünü ona dikmiş hıçkırarak ağlayan küçük çocuğuna, sanki etrafta başka hiç kimse yokmuş gibi, bir şeyleri ciddi bir yüz ve sallanan bir parmakla öğreten ve iyi yaptığından emin bir genç anneye rastlamışsınızdır.

Baba elinde alışveriş poşetleri, hafif sıkıntılı, ama karışmadan, bir adım geride duruyordur. Telefonuna bakarak.

Etraftan tek-tük bakanları görmezden gelerek.

Aynı zamanda, bir parça da, yükselen kadın hakları hareketleriyle birlikte geleneksel ‘erkek egemenliğinin reddi’ gösterisi var olabilir bu başkalarını takmaz havalı pervasızlıkta.

Siyasi doğruculuk” yaşayan bir ‘kadın-birey’ olmak isteği, söz gelimi.

Çocuğa gösterilen tepkide onun öylesi kalabalık ortamlarda duyduğu nasıl davranılacağını bilemeyişten gelen bir ‘bocalamanın’ payının düşünüldüğünü pek zannetmiyorum.

Benim sık karşılaştığım bir durum bu.

Bazı ‘güçlü olma’ arzuları geçmişten kalmış bir yaradan geliyordur diye düşünürüm kimi zaman.

yara iyileştirilmemişse, bir sonraki nesle kantarın topuzu kaçırılmış bir ‘sevgi/düşkünlük’ görünümüyle sokulabiliyor.

Bir türlü ortada durmayan ibresiyle, ayar bulamayan sarsıntılı bir döngü böylece sürmüş oluyor.

Diyelim ki, genç Baba zor bir işte epey boğuşarak eve para getiren, ailenin yaşam standartlarını sağlayan kişidir.

Seçtiği hayat tarzından şikayetçi de değildir.

Hatta tersine.

Ama eşinin yanında farklılaşır.

Bazan varlığıyla yokluğu bir gibi olduğu olur.

En azından, onları gördüğünüz o AVM’de eşine karışmaz.

Yaşanana sesini çıkarmaz.

Evde televizyonla olduğu gibi, elindeki telefonla meşguldür.

Belki, gene öyle televizyon karşındaki bir akşam da, kızı ona “Baba, okul gezisine gidebilir miyim?” diye sorduğunda, o belli belirsiz eşine bakmıştır.

Kadın başını hafifçe iki yana sallamıştır. Baba, “olmaz” demiştir.

Kızı bunu hiç unutmaz.

Bazı ‘AVM Annelerinin’ sesi (bununla bir kuşağın tipik örneklerini kastediyorum) evlerde de yalnızca bir ses değildir.

Akort notasıdır.

Hayatın ritmini o kurar.

Orada da ne zaman susulacağına, ne zaman gülüneceğine, yatağa gidileceğine, ‘okul gezisine gidilip gidilmeyeceğine’, neyin ayıp, neyin doğru olduğuna dair, görünmeyen bir metronom gibi işler iç-sesi.

Bir yerlerde rastladığım, “Anne egemen aile”de büyümek, çoğu zaman, ‘sevgiyle örülmüş bir çit içinde tutulmaktır’ görüşü belki de bundandır.

Bu durumu en iyi anlatan kavramlardan biri, Lacan’ın “Ayna Evresi”.

Lacan’a göre çocuk, kendini ilk olarak başkasının —özellikle annenin— gözünden görür.

Eğer bu yansıma fazlaca yönlendirici ise, çocuk kendi benliğini kurmakta zorlanır.

Belki o sevgi fazla sıkı ilmikli bir ağ gibi çalıştığı içindir bu.

Sosyologlar bu ilişkinin toplumsal cinsiyetle de derinleştiğini savunur.

Annelik, “duygusal işçiliğin” ana oyuncusu gibi kurgulandığı için, kadınlar çocuklarıyla simbiyotik ilişkiler geliştirirler.

İyi anne” kavramı ortaya atılırken, çocuğun gelişimi için annenin zamanla geri çekilmesi gerektiği de savunulur.

Ancak anne egemen aile yapılarında bu geri çekilme kolay olmayabilir.

Anne, evdeki herkesin yerine düşünen, günlük hayatı onlar için organize eden, işleyişin tüm detaylarıyla uğraşan, giderek aileyi kendince bir yöne, kendi seçtiği kişilerle birlikteliğe çeken biri hâline gelmiştir.

Herkes bunu farkındadır. 

Ama dile getirilmez.

Dümen ona teslim edilmiştir.

Bunun, diğerleri için bir konfor alanı, sağladığı, bir kolaylık olarak algılandığı da öne sürülebilir.

Yazının başında bahsettiğim o gün, diyelim ki, o alışveriş merkezinde bir restorana girdiniz.

Rastlantı bu ya, girişte gördüğünüz çocuklu aile de yanınızdaki masada olsun.

Alışveriş poşetleri artmış boş bir iskemleye yığılmıştır.

Çocukla anne, şimdi de ‘yemek konusunda terbiye etabına’ geçmiştir.

Baba gene telefonunla meşguldür ve gene sesiz.

Anne onları fark ettiğiniz hisseder, biraz hışımla “kalkın gidiyoruz’ der, size bakmadan gergin bir yüzle masadakilere.

Çocuk şaşkındır.

Baba şarabından son bir yudum alır, sessizce hesabı öder.

Ataerkil Aile gibi, bu da nesiller arası aktarımla gelen bir tür ‘Anne Olma Biçimi’ne örnektir.

O anne niçin ‘öyle bir anne’ olmuştur?

Çünkü belki o da ‘anne-egemen bir aile yapısının’ merkezindeki bir evde benzer bir kadınla büyütülmüş bir çocuğun sonraki hâlidir.

Bu bakışla da, ‘Annelik tarzı’ bir zincirin halkasıdır denir.

Ve sonra yıllar geçer, o çocuklar büyür.

Ama kararlarının arkasında hâlâ o görünmez bakış,  o içselleştirilmiş ses yankılanır: “Böyle yaparsam annem ne düşünür?

İşte o an, bir ‘yankı’ olduğunu fark eder o çocuk.

Annenin sesinden ayrışamayan bir yankı.

Ama özgürlük de o anda başlar:

O yankıyı duymakla.

Çünkü ‘kim’ olduğunu ancak farkında olduğun üzerindeki gölgelerden ayrılarak bulabilirsin.

Böylece, annenin sevgisinin seni boğduğu anları da seni kurtardığı anlar kadar dürüstçe görebilmeye başlarsın. Tıpkı bir baba için de olabileceği gibi.

Geçen yüzyılın hemen başında Harry Gordon Selfridge’in vizyonu, Londra’da kurduğu mağazayı kadınlar için hem güvenli hem de cazip bir mekân olarak yeniden tanımlamaktı. Bu da o dönemde kadınların sosyal hayata katılımını doğrudan etkiledi.

Selfridges’ten de önce, Aristide Boucicaut’un vizyonuyla Paris’te Bon Marché, sadece bir mağaza değil, modern tüketim kültürünün ve kadınların toplumsal görünürlüğünün şekillendiği öncü bir alana dönüşmüştü.

Bugünün AVM’lerinin hemen hepsinde de “çocuklar için oyun ve eğlence alanlarının”, hatta bazılarında özel katların olması bir rastlantı değil. 

Onlar da, biraz tuhaf bir rahatlık anlayışı ve kısmen orada eğitilerek büyüyen bir nesil çocukla, geleneksel toplumlarda kadının sözünün arttığı bir dönemdeki Modern Aile Arayışı’nın  mirasları olacak.

ÇOK OKUNANLAR