Kadının karşısına çıkarılan kültürel engeller her sanat dalında vardı ama bale bu konuda biraz daha esnek gibiydi. Dans sanatı, tanım gereği dans edenden zariflik, estetik vücut dengesi ve uyumu beklediğinden balenin kapılarının da kadına kapatılmasının öyle kolay olmayacağı başından belliydi. Ancak söylediğim gibi balenin felsefesini ve dilini 17. yüzyıl boyunca oluşturan Fransa bu “soruna” da bir çözüm getirdi. Kadınların nasıl dans edecekleri ve dansa hangi kıyafetle çıkacakları, ayrıca dansı nasıl yapacakları vücut hareketinin en ince detaylarına kadar sıkı kurallara bağlandı. Böylece dansa zorunlu olarak sokulan kadınların içlerindeki yaratıcı güce ve benliklerine dayanarak kendi yollarına gitmesi engellenir sanılıyordu. Ama tabii ki bu olmadı. Kadının içinde baskı altında tutulmaya çalışılan yaratıcı güç ve kadın benliği bir kez ortaya çıktığında önünde engel tanımayacağı düşünülüyordu. Nitekim bunun doğru olduğu hem balede hem de diğer sanat dallarında net biçimde görüldü. Kadının gücü bir sanat dalına bir kez el atınca nelerin olabileceği bence sadece şu tek olayda bile net görülüyor:
Richard Wagner’in Bayreuth’ta evrensel sanat veya Gesamtkunstwerk (unified work of art, sentezle birleştirilmiş sanat) oluşturma fikrini onun adına sürdüren eşi Cosima Wagner opera gösterilerinde balenin de olması gerektiğini düşündü ve bu aşamada kendisine yardımcı olması için balenin devrimci kraliçesi olarak bilinen Isadora Duncan’ı (1878-1927) seçip Bayreuth’a davet etti. Bu büyük işe yardımcı olması için Isadora Duncan seçilmişti çünkü bu balerin o zamana kadar sanatının ne kadar devrimci ve farklı olabileceğini tüm dünyaya göstermişti. Yani 17. yüzyılda Fransızların balede kadını kontrol altında tutmak ve sınırları zorlamamaları için getirdikleri bütün kuralları Isadora devrimci dans fikirleri ve olağanüstü tekniği ile yıkıp geçivermişti. Isadora sadece Fransızların balenin felsefesini ve dilini yazma girişimlerine kayıtsız kalmakla da yetinmedi, kendisine özgü bir bale dili de geliştirerek modern serbest dansın da başlangıcını yaptı. Ayak parmakları üzerinde yükselmenin kadın dansçıyı sadece bir türün içinde hapsettiğini düşündüğünden performanslarına çıplak ayakla yere tam basarak çıkmaya başladı. Bu tavrı ve hatta çıplak ayağı ve ayak bileğini göstermesi dahi döneminde büyük “skandal” olarak nitelendirilmeye çalışıldıysa da Isadora Duncan böylesine şeyleri takacak kadın değildi. Bunu keşfetmek için onu illa bir olayla denemek de gerekmiyordu. Onun Rodin’i ziyaretinde yaşananları sadece kendi anlattıklarından okusalardı Isadora’nın öyle kuralları fazla takacak, eleştirileri umursayacak bir kadın olmadığını bilirlerdi. Rodin âdeti olduğu üzere misafir ettiği Isadora Duncan ile ciddi biçimde flört etmeye başladı. Isadora sonradan anlattığına göre o gün her ne kadar kendi arzusunu baskı altına aldıysa da, ileriki zamanda bundan pek pişman olmuştu. Sadece bunu nasıl şehvetli anlattığına baksalar Isadora’nın dans ederken cinselliğini öne çıkarmaktan çekinmeyeceğini ve öyle kurallara filan aldırmayacağını görürlerdi.
****
John Berger, Rodin üzerine yazdığı yazıya (Selected Essays, sayfa 162) Rodin’in William Rothenstein’a söylediği şu sözle başlıyor: “Benim için kadınlar hakkında çok düşünüyor diyorlar. Doğrudur çok düşünüyorum kadınları, hayatta düşünülecek daha önemli ne var ki?”
Rodin’in anlamanın kadınlarla ilişkilerini anlamadan mümkün olamayacağını söylemek yanlış olmaz. Kendisinin de söylediği gibi, evet Rodin hep kadınları düşünürdü. Son derece şehvetliydi ve kadınlara bunu daima hissettirirdi. Açıkça söylemeliyim ki, bugün Amerika’da olsaydı Rodin’in ortalarda pek serbestçe dolaşabileceğini sanmıyorum (Bu çok bilinmiyor ama kendi döneminde “Me Too” hareketi ortada olmasa da Baudrillard “America” adlı çalışmasında, sayfa 48’den itibaren Amerika’nın cinselliğe yaklaşımı hakkında çok hırpalayıcı laflar da etmiştir).
Bir gün Rodin ile stüdyosunda buluşan dansın devrimci kraliçesi olarak bilinen Isadora Duncan’ın daha sonra anlattıkları Rodin’den etrafına adeta fışkıran şehvet ısısının yoğunluğunu ve kadınlara duygularını anlatmak için anlamlı. Isadora Duncan’ın belgelere geçen Rodin hakkındaki düşüncelerini burada oldukça özetleyerek biraz da sansürleyerek vermek zorundayım. Çünkü Rodin ile stüdyoda yalnız olduğunda kendisinde doğan arzuların peşinden gidip onunla cinsellik yaşamadığından oldukça pişman olmuş gözüken Duncan, Rodin’in kendisinde yarattığı duyguları anlatırken oldukça coşkulu tanımlamalar yapıyor.
Duncan kendisiyle sohbet ederken bir yandan da alçı yoğurup bir kadın memesi figürü oluşturan Rodin’in kendi vücuduna yakıcı biçimde baktığını (Heykel ustası ileriki yaşında kadın resimleri çizerken modellerden gözünü hiç ayırmadan çizim yapardı) ve sonra onu heykeli yapılacak bir model gibi düşünerek ellerini, ayaklarını, yüzünü ve vücudunun her yerini ellerken Isadora kendisinin de yoğrulan bir kil gibi adeta eriyip yeni şekiller aldığını anlatıyor.
Bugün Batı âleminde herhangi bir stüdyoda bir sanatçı kendisine ziyarete gelen bir kadına Rodin’in davrandığı gibi davranmaya kalkışsa, o an kadın bundan hoşlansa dahi adamın hakkında açılacak davalarla baş başa kalması ve toplumdan dışlanmak riskiyle yaşayacağı kesin gibi. Rodin’in bazen cinsel taciz sınırlarında dolaştığı söylenebilir ama o şehveti ve kadınlara o duygu seliyle yaklaşımı olmasaydı Rodin de Rodin olamazdı herhalde.
Ölümünden sonra eserleri çok tartışıldı ama kadınlarla ilgili davranışları daha çok ilgi gördü. Kendisinden 24 yaş genç olan Camille Claudel’in başına gelenler Rodin hakkında olumsuz yargı oluşturmak için en çok konuşulan konu olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Kendisi gibi sanatçı olan Camille Claudel’e sanatçı olarak sahip çıktığında ve sonrasında ilişki yaşadığında Rodin, Rose Beuret adlı bir kadınla ilişki içindeydi. Rose hayatı boyunca Rodin’e sahip çıkıp onun hep koruyucusu oldu. Buna rağmen Rodin kadınla ancak 53 yıl sonra, kadının ölümünden sadece birkaç ay önce evlendi. Onunla birlikteyken Camille Claudel ile başlayan ilişkisini tüm toplum gibi Rose da biliyordu ama adamı sevdiği için ses çıkarmadı. Claudel de Rodin’in Rose ile ilişkisini biliyordu; o büyük ihtimalle ses çıkarıyordu ama bir sonuç alamadı. İnsanlar Rodin’in, Camille Claudel ile ayrılmasından sonra kadının hayatının sonuna kadar tımarhanede olmasından Rodin’in sorumlu olduğunu söylüyor. Camille Claudel’in biyografisini yazan ve onun hakkında birçok makalesi bulunan Odile Ayral-Clause tam bu fikirde değil. Ben de ona katılıyorum. Rodin’in davranışlarının Claudel üzerinde yıpratıcı etkisi mutlaka olmuştur ama onun hayatının sonuna kadar tımarhanede kalmasının suçlusu Rodin değil aslında kadının ailesiydi. Ona hiç sahip çıkmadılar, doktorların artık çıkabilir demelerine rağmen onu yine de tımarhanede tuttular. Bir yanda Rodin ile tanıştığında 20 yaşında ve hayatı boyunca ona hizmetkârlık ve eşlik yapmış ve Rodin ile ancak ölümünden birkaç ay önce evlenebilen Rose Beuret, öte yanda hakkında yapılan filmlerle, yazılan kitaplarla yaşadıklarını herkesin bildiği Camille Claudel varken ben şimdi ortaya çıkıp da “Rodin davranışları örnek alınabilecek bir erkekti” demeyeceğim tabii ki. Ama sadece şunu söylüyorum:
Kadınlar ile ilişkilerini bu kadar şehvetli ve bu derece yoğun yaşamasaydı o müthiş eserlerini katiyen yaratamazdı.
***
Peki, Rodin’in yarattığı eserleri onun kadınlara karşı davranışlarını affettirmeli mi diyorum? Hayır onu da demiyorum. Demek istesem bile bunu söyleyecek cesaretim pek yok. Sadece onun kadınlarla ilişkilerinin hiçbir zaman göründüğü kadar tek yönlü yıpratıcı olmadığını ve onunla ilişki kuran her kadının Isadora Duncan’ın hissettiği türde duygularla dolmuş olabileceğini ve eğer bir yıpratılma durumu varsa bunun sadece bu yoğun duyguların sonucu olduğunu gördüm okuduklarımdan. Rose ile 53 yıl sonra evlenmiş olabilir ama 53 yıl boyunca gerektiği zaman Rose’a yardımcı da oldu, Camille Claudel ise Rodin olmasaydı katiyen dünyanın tanıdığı bir sanatçı olamazdı yani onun koruyucusu da Rodin olmuştu.
Sonra dikkat ettim, Rodin’in özellikle Amerika’da tanınmasına hep kadınlar yardımcı olmuş. Onun kadınlara yönelik saçtığı yoğun duygular kadınları ona doğru mıknatıs gibi çekiyordu. Tanıştığı her kadın onu çok çekici bulduğunu sonradan ifade etmiştir. Anlatmaya çabaladığım her şeyin özeti olarak; Rodin eğer öyle olmasaydı bugün bizler “Öpüşme” ve “Eternal Idol” gibi onun tutkulu aşkın anıtları olarak gördüğümüz heykellerinden mahrum olacaktık.
Rodin hayatında hiç eline matkap ya da çekiç alıp taş ya da mermer yontmadı. O hep yeni formlar düşünüyor ve durmadan araştırıp, tasarlıyordu (örneğin Balzac heykeli için tam 6 yıl boyunca araştırma yapmıştı) sonra da düşündüklerini üç boyutlu kilden, alçıdan elleriyle yaratıyordu. Taşı yontmanın, mermeri işlemenin, bronzu dökmenin atölyede çalışanların işi olduğunu düşünüyordu. Atölyesinde bir ara sayıları 10’u bulan usta çalışıyordu.
Anlayacağınız sanatıyla, hayatıyla eşi benzeri olmayan bir ustaydı. Böyleleri dünyaya sık gelmediğinden, hoşlanmadığınız davranışları olsa da, onun gibiler için bazen bir istisnayı akla getirmek o kadar da zor olmasa gerek.
***
Coşkulu, duygularını hiç saklamadan Rodin gibi yaşayabilen Isadora Duncan fırtınalı hayatında bale sanatına yön verecek işler yapabildi. Ondan sonra gelen Martha Graham (1894-1991) Isadora’nın balede başlattığı devrimi alıp taşıdı. Graham modern serbest dansın ayrı bir sanat olarak oluşmasını sağlamış kadındır. Bugün New York balesinde hâlâ Isadora Duncan ve Martha Graham’in öğrettikleri tartışılabiliyorsa bu da göstermelidir ki bu kadınlar sayesinde Batı âleminde yıllardır toplumsal baskı altında tutulan kadın benlikleri özgürlüklerine kavuşma yoluna girmiştir. Martha Graham aynı benlik savaşını edebiyatta da vermiş olan Bronte kız kardeşlerin deneyimlerini “Death and Entrances” (1941) adını verdiği dansta sahneleyerek kadınların benliklerine sahip çıkma mücadelesinin ne kadar bilinçli bir savaşçısı olduğunu da göstermiştir.
1941 doğumlu Twyla Tharp’ı tabii ki unutmuyorum, ama dediğim gibi balede teknik konulara girmem mümkün değil, bu yüzden kısa kesmeye çalışıyorum. Bayan Tharp da modern dansa yeni bir felsefe ve dil getirme yolunda New York’ta büyük işler yapmıştır ve etkisi hâlâ sürmektedir.
***
Isadora Duncan’ın Cosima Wagner’in daveti üzerine opera dans sentezini oluşturmak için gittiği Bayreuth’ta sonradan yaşananları da konuyu merak edebileceklere anlatmam lazım.
Duncan 1904’de Tannhauser sahnelenirken “The Three Graves of Bachanal” dansını icra ettikten sonra Cosima Wagner’i üzen bir konuşma yaptı. Nietzsche’nin kullandığı Dionysus kavramını kullanarak dansın içten gelen bir coşku gerektirdiğini, bu yüzden opera dans sentezinin sahnede söz konusu olamayacağını söyledi. Duyduklarından şok olduğu söylenen Cosima ise Ring’in bir sonraki sahnelenmesinde dansı da kullanmayı düşündüğü projesinden o konuşma yüzünden vazgeçti.