Hayatta karşımıza çıkan soruların çoğu başkalarından gelir. Ama en zor olanı, kendi kendimize sormaya cesaret ettiğimiz sorulardır. Çünkü bu sorular, cevabını başkalarına değil, sadece kendimize vermemizi ister. Ve cevap bazen bütün hayatımızı değiştirecek kadar güçlü olabilir. Soru sormak cesaret ister, en çok da kendine sormak lazım.
Yaş aldıkça kafamızdaki sorular azalmaz, artar. Hem de ne sorular… Ama çoğu zaman onları yüksek sesle sorma cesaretimiz azalır. Çocukken “Neden?” diye başlayan cümlelerimiz, yetişkinliğe yaklaştıkça yerini “Bilmediğim anlaşılır mı?” kaygısına bırakır. İş hayatında, aile içinde, dost sohbetlerinde bile merak çoğu zaman “vakit kaybı” sayılır.
Oysa merak etmek, yeni sorular sormak, bilmediğini kabul etmek… bunların hepsi insanın kendine açtığı en özgür ve yeni kapılardır. Hele ki hayatın dönüm noktalarına geldiğinde, merak sadece bir duygu değil; yepyeni bir hayatın başlangıç işaretidir. Soru sormak, merak ettiğin ya da daha iyi anlamak istediğin bir şeyi öğrenmenin en etkili yoludur.
Zaman kazanmanın en iyi yolu her ‘doğru soruyu’ sormaktan geçer
Ama bizim gibi toplumlarda bu, güç değil, zayıflık işareti gibi görünür. Çocukken bize, “Çok soru sorma” veya “Saçma sapan soru sorma” derler. Okulda bazen öğretmenlerimiz, “O bu dersin konusu değil, seneye öğrenirsin” diye geçiştirir. İş hayatında da durum farklı değildir: “Bırak soru sormayı, işimize bakalım” diyen yöneticiler yüzünden zamana karşı yarışan insanlara dönüşürüz. Oysa zaman kazanmanın en iyi yolu her ‘doğru soruyu’ sormaktan geçer. Kendimizle ilgili aldığımız büyük ve doğru kararlar da hep sorular sorarak alınır. Bir gün bir toplantıda, yeni katılan genç bir ekip arkadaşım elini kaldırıp,
— “Bu işi neden hep bu şekilde yapıyoruz?” diye sordu.
Salonda kısa bir sessizlik oldu. Ardından eskilerden biri, “Çünkü hep böyle yaptık” dedi. O an anladım: Soru sormayı bıraktığımız an, öğrenmeyi de bırakıyoruz. Yıllarca soru sormamayı öğrendikçe, soruları içimizde tuttukça ve gördüğümüzü yaptıkça soru sormaktan vazgeçiyoruz. Dışarıya sormadığımız sorular, içimizde yankılanıyor. İşte bu da zor sorular sormaktan vazgeçiriyor, sevelim sevmeyelim öncekilerin yaptığını taklit etmeye ve mutsuz olmaya başlıyoruz.
Mutsuz oldukça kafamızda sorular oluşuyor. Üstelik bu soruları başkasına değil, kendimize sormamız gerekiyor:
- Bunu yapabilir miyim?
- Yeterli miyim?
- Soru sorsam benimle dalga geçerler mi?
- Ya bilmediğim anlaşılırsa?
- Ve en güzeli: “Bana mı kaldı?”
Bu sorular, genelde kendimizi değersiz hissettiğimiz zamanlarda gelir akla. Güvenin azaldığı, riskin arttığı, değişimin kapıda olduğu dönemlerde…
Oysa asıl mesele, bu soruların bizi durdurmasına izin vermemek. Soru sormak değil, sormamaktır bizi asıl zorlayan. Soruyu sormadığımızda, cevabı asla bilemeyiz. Ve bilmediğimiz şey, biz fark etmesek bile, alanımızı daraltır. Son yıllarda fark ediyorum ki, en çok ilhamı, sorularını susturmayan insanlardan alıyorum. Sorulara cesur cevaplar veriyorlar. Onlar sadece merak etmiyor; meraklarının peşinden gidiyorlar. Üstelik çoğu, hayatlarının en rahat döneminde olmalarına rağmen risk alıyor, eyleme geçiyorlar.
Size son dönemde tanıştığım, kendilerine cesurca sorular soran üç örnekten bahsetmek isterim. Üçünü de çok iyi tanımıyorum ama hikâyelerini dinleyince, yeni yaşamlarını görünce etkileniyorum. Hepsi başka yaşta, başka şehirde, farklı bir yaşam peşinde koşma cesareti göstermiş insanlar.
“Hayat da öyle değil mi? Ne getirirse, ondan bir şey yaparsın.”
Bahçesine Koşan Kadın – Otuzlarının ortasında, Bursa’da bir firmada yönetici olarak çalışıyor. İyi okullarda okumuş, iyi şirketlerde çalışmış, hâlâ kurumsal hayatta. Tatile geldiği adada küçük bir arazi satın almış, içine karavan koymuş. Karavanın önünü çim ve çiçeklerle kaplamış. Bahçesine zeytin dikmiş, sebze ekiyor. Her fırsatta işten sonra bahçesine koşuyor. Toprağın kokusunu, sebzelerin yapraklarını okşarken çıkardığı hışırtıyı öyle bir anlatıyor ki, dinlerken bile rahatlıyorsun. Benim otuzlarımda düşünemeyeceğim bir hayali, bütçesi dahilinde ve tek başına gerçekleştirmiş.
Denizin Heykeltraşı – Bundan 4-5 sene önce hala kurumsalda çalışırken bir basın buluşması için hediye ararken karşıma bir dükkân çıktı. İçinde denizden gelen lodos tahtaları ile yapılmış maskeler vardı. Yerel bir sanatçı, tamamen doğadan gelen atıkları kullanmış. Onları satın aldım, sonra yapan kişiyle tanıştım. 40’larında uzun zamandır bu işle uğraşıyor. Küçük bir atölyesi var, içeride tahta parçaları, aletler… Kapıdan içeri girdim.
— “Bunlar nedir?” dedim.
— “Lodosun getirdiği tahtalar, onlardan heykel yapıyorum” dedi.
Bir zamanlar büyük şehirde organizasyon ajansı sahibiymiş. Takım elbiseler, toplantılar, sunumlar… Şimdi ise deniz kıyısında yaşıyor, dalgaların getirdiği parçaları sanat eserine dönüştürüyor. Sorusu şu olmuş: “Kendimi ifade etmenin başka bir yolu olabilir mi?” Ve bulmuş. Atölyeden çıkarken bana dedi ki:
— “Deniz ne getirirse onunla çalışırım. Hayat da öyle değil mi? Ne getirirse, ondan bir şey yaparsın.”
Geçtiğimiz hafta 3.5 saat kimsenin bilmediği kumsallarda denizin getirdiği tahtaları topladık beraber. Belki ben de ufak ufak başlarım.
Yeşil Bahçeli Doktorlar Pansiyonu – Rusya’da birlikte çalıştığım bir arkadaşım aracılığıyla tanıştık. Karı koca ikisi de doktor, emeklilik planı yapmaya başlamışlar. Küçük bir adada arazi alıp başında durarak sekiz odalı bir otel yaptırmışlar. Emekli olunca da Mayıs-Ekim arası hem ev hem iş olan bu küçük işletmede yeni bir hayata başlamışlar. Yetmişlerinin başlarındalar dördüncü çeyrek planları hayata geçmiş durumda. Bahçeleri adeta bir cennet. Meyve ağaçlarının dalları yerlere değiyor, her türlü çiçekler açıyor. Kahvaltılarında bahçeden domates, minik kavanozlarda reçeller, çeşit çeşit börekler var. Bahçeden toplanmış semizotlu börek favorim.
— “Bunların hepsini siz mi yaptınız?” diye sordum.
Gülümseyerek:
— “Hepsini ben yaparım” dedi.
65’lerine kadar devlet hastanesinde çalışmışlar. Emekli olduğunda “Artık dinlenirim” demek yerine butik otel açmışlar. Misafirlerini kendi karşılıyorlar, kahvaltıdaki tüm malzemeleri kendi hazırlıyorlar. Sonra konuklarla uzun uzun sohbet ediyor, hayalleri konuşuyor, fikir veriyorlar. Sanki kahvaltıdan çok, insanları doyuruyorlar.
Sanırım yaştan, işten ve coğrafyadan bağımsız bir dönem geliyor; bedenin, zihnin ve ruhun aynı anda içindeki soruların sesini duyurmaya başlıyor. “İstediğini yap, özgürleş, mutlu olacağın işleri bul” diyor o ses. Hayatın sana sormadığı ama senin cevaplamak zorunda kaldığın sorular çıkıyor: Özgürlük, huzur, kendi ritminde yaşamak…
Üretken kalmak, hâlâ işe yaramak ve anlam katmak… Kaçırdığını düşündüğün şeyleri tamamlamak, eksikleri doldurmak… Burası yaşın değil, farkındalığın arttığı bir eşik. İç sesinin “Artık sıra bende” dediği yer. Geçmiş başarı hikâyeleri bundan sonrası için yetmez. Başka hikâye anlatmak gerekir. Belki de şimdi, “Ben kimim ve ne istiyorum?” sorusuna cevap verme zamanı.
Hikâyelerini anlattığım insanlar, yaşlarını, geçmişlerini, kariyerlerini bir kenara bırakıp yeniden başlamayı seçmişler. Bir sorunun peşinden gitmenin bazen bütün hayatı değiştireceğini hayal etmişler.
“Benim içimde hâlâ sormaya cesaret edemediğim hangi sorular var?” Cevabı bulduğumuz gün, işte o gün gerçekten özgürleşeceğiz. Bu dönem sizin kendinize sorduğunuz hangi sorularınız var?