Her toplumun hayranlık uyandıran yönleri de vardır, gülümseten zaafları da. Bunlar bir günde oluşmaz; yüzyılların tarihinden, iklimin sertliğinden, coğrafyanın sınavlarından ve kültürün ince dokularından süzülüp gelir. İnsan, yaşadığı toprağın aynasıdır.
Çinliler sabrı yalnızca bir erdem değil, aynı zamanda bir strateji olarak görür. On yıl bekleyip on birinci yılda kazanmayı bilirler. Kadınları pratik, erkekleri disiplinlidir; fakat bireysellik geri planda, duygular çoğu kez perdelidir. Amerikalılar ise bunun tam tersidir: acelecidirler. “How are you?” diye sorup cevabı bile beklemezler. Kadınları girişimci, erkekleri rekabetçidir; hızları etkileyicidir ama yüzeysellikleri de aynı derecede rahatsız edicidir.
Fransızlar zarafetten, entelektüellikten, estetikten beslenir. Sabah kahvesini yudumlarken Baudelaire’den alıntı yapabilir; kibirleri işte tam da bu noktada hissedilir. Yunanlar ise fazladan resmiyete ihtiyaç duymaz; bir tavernada masaya oturur oturmaz dakikalar içinde dost olursunuz, şarkıya, dansa, kahkahaya karışırsınız. Sıcaktırlar, misafirperverdirler; ama disiplinsizlikleri ve aşırı duygusallıkları hayatın her alanına sızar.
Berlin’de trenin tam 10:05’te hareket etmesi, Alman karakterinin özetidir: güvenilirlik ve düzen. Kadınları özgüvenli, erkekleri sağlamdır; ama bu titizlik çoğu kez soğukluk ve katılığa dönüşür. İngilizler ise nezaket maskesiyle konuşur, ince mizahlarını konuşturur. Zariftirler, mesafelidirler; duygularını gizledikleri için “snob” damgası yemekten kurtulamazlar.
İtalyanlar sahne insanıdır; garson bile siparişi operatik jestlerle alır. Kadınları stil sahibi, erkekleri romantiktir. Coşkuları büyüleyicidir, ta ki melodrama ve gösteriş merakına dönüşene kadar. Arap dünyasında ise cömertliğin sınırı yoktur; bir bedevi çadırında size en kıymetli hurmalarını ve kahvesini ikram ederler. Kadınları fedakâr, erkekleri korumacıdır; ama aşiret bağları, gurur ve otoriter refleksler hâlâ ağır basar.
Latin Amerika tutkuyla yoğrulmuştur. Rio’da samba, Buenos Aires’te tango, Meksika’da mariachi… Kadınları ateşli, erkekleri karizmatiktir. Ama siyasal çalkantılar ve ekonomik popülizm sofranın tadını sık sık kaçırır. Afrika ise saf bir canlılık saçar. Köy meydanında top koşturan yalınayak çocukların kahkahası hayatın özüdür. Kadınları dirençlidir, erkekleri misafirperver; fakat sömürgecilik sonrası derin yaralar, potansiyelin önünde set olur.
Ve sıra Türklere geldiğinde…
Türk kadını, Yunan’ın doğallığını, İtalyan’ın coşkusunu, Alman’ın pratik zekâsını taşır. Türk erkeği, Arap kadar cömert, Amerikalı kadar girişimci, İngiliz kadar gururludur; ama aynı zamanda Yunan kadar duygusal, İtalyan kadar gösterişçidir. Bizi en çok ayıran özellik misafirperverliğimizdir: Alman planlı sofrasıyla övünür, İngiliz tek fincan çay ikram eder, Fransız şarap seçkisiyle gururlanır; Türk ise sofrayı sonsuzca genişletir, “Bir tabak daha ye” diye ısrar eder.
Zaaflarımız da az değildir: sabırsızlık, çabuk öfkelenme, kuralları esnetme eğilimi. Amerikalı fırsat kollarken, Alman plan yaparken, Çinli sabrederken; biz çoğu zaman kestirme bir yol bulmaya çalışırız. Bazen yaratıcı bir pratiklik, bazen de başımızı derde sokan bir acelecilik çıkar ortaya.
Dünya, Çin’in sabrı, Amerika’nın özgüveni, Fransa’nın estetiği, Yunan’ın neşesi, Almanya’nın disiplini, İngiltere’nin nezaketi, İtalya’nın coşkusu, Arap’ın cömertliği, Latin Amerika’nın tutkusu, Afrika’nın doğallığı ve Türk’ün hem Doğu’dan hem Batı’dan aldığı çeşnilerle büyük bir karakter mozaiğidir.
Eğer bütün milletler birbirine benzeseydi, bu mozaik sıradan bir taş parçasına dönerdi. Ne sanat bu kadar renkli olurdu, ne siyaset bu kadar sürprizli, ne de hayat bu kadar keyifli.
İyi ki birbirimize benzemiyoruz; yoksa ne sıkıcı bir dünyada yaşıyor olurduk.