Geçen hafta “Erkek Bekçiliği”nden (mankeeping) bahsetmiştim. Stanford çıkışlı akademik bir kavram, ama aslında kadınların yıllardır en büyük şikayeti. Hatta bu terim ilk olarak internette de yaygınlaştı. Kadınların, hayatlarındaki erkeklerin sosyal ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için günlük zorluklar ve iç karışıklıklarında destek olmaktan tutun, arkadaşlarıyla buluşmaya teşvik etmeye kadar uzanan rollerini tanımlıyor.
Bu makale https://psycnet.apa.org/record/2025-35803-002 Psychology of Men & Masculinities dergisinde yayınlandı. Yazarlar erkeklerin geçmişe göre daha az yakın arkadaşı olduğunu, duygusal olarak yüklü konular hakkında konuşacak kimselerinin olmadığını, bu yükün giderek daha fazla kadın partnerlerinin üzerine düştüğünü ileri sürüyor.
Bu yazım beklediğimden çok ses getirdi. Belli ki çoğu kadın “evet ya, ben de tek kişilik çağrı merkezi gibiyim” konusunda dertli. Ancak erkek okurlardan mesaj kutuma bir sürü mesaj düştü. Çoğu “İrem Hanım, erkeklere de biraz haksızlık olmuyor mu” diye sitem ediyordu.
Haklı bir nokta var: Düşününce aslında “mankeeping” kelimesinin çağrışımı daha çok kadını sahip, yönetici, bakıcı konumuna, erkeği de bağımlı, bakılmaya muhtaç, kendi başına işini göremeyen konumuna koyuyor. Yani “mankeeping” kulağa “bir köpeği, kediyi besleyip onun tüm sorumluluğunu üstlenmek” gibi geliyor.
Bu da kavramın neden erkeklerden bu kadar eleştiri aldığını açıklıyor: Düşünsenize, kadın sevgilisini düzenli olarak gezmeye çıkarmalı, karnını doyurmalı, aşılarını yaptırmalı, gerektiğinde veterinere götürmeli…
Böyle bir ilişki dinamiği kimseye iyi gelmez.
Meseleye bu şekilde yaklaşmak erkekleri baştan yabancılaştırıyor. Akademide kavramların isimlendirilmesi büyük mesele. Bu konuda Jesse Singal’ın de yazısına denk geldim. Diyor ki: “Arkadaş, madem erkeklerin yalnızlığını inceliyorsun, neden bu kadar mekanik ve aşağılayıcı bir kelime seçiyorsun? Evet, kadınlar yorgun. Duygusal açıdan vericiler. Ama öte yandan erkeklerde de ciddi bir yalnızlık salgını var.”
Erkek çocuklara daha küçük yaştan itibaren “Ağlama, güçlü ol, duygularını belli etme” telkini veriliyor. Yani duygusal okuryazarlık doğarken yasaklı. Sonuç? Erkek, sevgili olduğunda hayatında ilk kez “terapist kontağı” gibi hissettiği kişiye (yani partnerine) açılıyor. Kadın da farkında olmadan tek kişilik duygusal destek hattına dönüşüyor.
Erkeklerin bir kısmı ilişkide sorumlulukları kadına devrediyor. “O hatırlatır, o çözer, o sakinleştirir…” diye bir güvence var. Ama bu güvence aslında bir tembellik tuzağı. Çünkü iş hayatında başarılı, problem çözen erkek; özel hayatta duygular söz konusu olduğunda kumandayı seve seve partnerine bırakıyor.
Son dönemde erkeklerde yalnızlık ve depresyon oranları çok arttı. Erkek için kadın partner, yalnızlıktan çıkış bileti oluyor. Ama buradaki yük yanlış dağılıyor: Kadın hem sevgili, hem psikolog, hem annelik figürü rolünü üstlenmek zorunda kalıyor. Bu da kadınları tüketiyor.
Oysa işin özünde çok basit bir gerçek var: İlişki iki kişinin ortak sorumluluğu.
Kadın partnerine sadece psikolojik ambulans olmak zorunda değil. Erkek de kendi duygusal kaslarını geliştirmeli, duygusal okuryazarlık kazanmalı.
Bunu yaparken de dilin insancıl olması lazım.
Düşünsenize… Kadına “duygusal 112 hattı” dersen, erkeğe de “periyodik bakım isteyen buzdolabı” dersen, kim mutlu olur?
Çözüm ne? Kadın: “Ben sevgilinim, hayat koçun değilim” diyebilmeli. Erkek de: “Ben de kendi yalnızlığımla yüzleşmeli, bunun için sadece partnerime değil kendime de yatırım yapmalıyım” diyebilmeli.
Aşk, iki tarafın da birbirine “iyi gelmek” için çaba göstermesiyle yaşar. Ama bu çaba, bir tarafın diğerini sırtında taşımasıyla değil, iki tarafın yan yana yürüyebilmesiyle değerli olur.