Her gün üzülerek okuyoruz: Erkek sevgililer, kocalar ayrılığa katlanamayarak kadınlara şiddet uyguluyor, hatta kimi zaman cinayete kadar giden korkunç tablolar ortaya çıkıyor.
Toplum bu acı haberlerle sarsılırken, bu kez roller tersine döndü: Bakırköy’de genç bir kadın eski sevgilisinin kapısına dayandı, yumruk ve tekmeler eşliğinde apartmanı ayağa kaldırdı (Bu arada artık ağız tadıyla bir kapı bile tekmeletmiyorlar insana her yer kamera kardeşim!)
Bu resmen aşkın yoksunluk krizi. Mesele sadece “aşk acısı” değil. Sekiz ay süren bir ilişkide, tensel yakınlıkla salgılanan oksitosin, dopamin ve serotonin adeta bağımlılık yaratıyor. Ayrılık, beynin kimyasal düzenini bozabiliyor; kişi de sigara bırakmış bir tiryaki gibi huzursuzluk, öfke, takıntı ve kontrolsüz çıkışlar yaşayabiliyor. İşte o kapıdaki tekmeler, aslında “bir doz daha bağlanma hormonu” arayışının bedensel tezahürü.
Ama bu tabloyu sadece biyokimya ile açıklamak yetersiz. İlişkilerin bitişine verilen tepki, kişinin bağlanma tarzıyla da yakından ilişkili. Çocuklukta anne-baba ile kurulan bağ güvenli değilse, yetişkinlikte ayrılık daha tehditkâr hissediliyor.
John Bowlby’nin ünlü Bağlanma Teorisi, aslında bugünkü aşk krizlerimizin temelini çocuklukta atıyor. Bir bebek, anne-babasıyla nasıl bir ilişki kurarsa, yetişkinlikte partneriyle de benzer bir ilişki tarzı geliştiriyor. Eğer bakım veren kişi güvenli, tutarlı ve sevgi doluysa, çocuk “dünya güvenli bir yer, ben de sevilmeye değerim” mesajını alıyor. Ama ilgi eksik, tutarsız ya da travmatik bir bakım söz konusuysa, bağlanma stilleri bozulabiliyor.
İşte o yüzden, ayrılık anında farklı tepkiler görüyoruz: Kaygılı bağlananlar, partneri kaybettiklerinde terk edilme korkusuyla şiddetli öfke ve panik yaşayabiliyor. Onların kapı önündeki çığlıkları, aslında çocukken yaşadıkları “beni bırakma” korkusunun büyümüş hali. Kaçıngan bağlananlar, acıyı içlerine gömüp görünürde soğuk kalırken, içten içe büyük kırılmalar yaşıyor. Çoğu zaman “umurumda değil” derken, aslında kalpleri paramparça. Düzensiz bağlananlar ise en uç tepkileri veriyor: bir gün yalvarıyor, ertesi gün saldırıyor. Çünkü çocukluklarında hem sevgi hem korku iç içe geçmiş, ilişkilerde de aynı karmaşayı sürdürüyorlar.
“Beni eski kız arkadaşlarınla karıştırma!” çığlığı yalnızca kıskançlığın değil, çok daha derin bir yaranın işareti: yetersizlik duygusu. Çocukluğunda sürekli kıyaslanan, onaylanmayan ya da değersiz hissettirilen birey, yetişkinlikte partneriyle de aynı yarayı yeniden yaşıyor. “Onun gözünde birinci olmadım” kaygısı, cinsel özgüveni derinden sarsıyor. Böyle bir durumda öfke, partnerine değil aslında kendi geçmiş yaralarına yönelik.
İlişki biterken şiddete daha eğilimli olanlar genelde çocukken sevgi ve güven yerine kontrol, baskı ve eleştiriyle büyütülenler, duygularını yönetmeyi öğrenememiş, öfke kontrolü gelişmemiş olanlar, aşkı bir kimlik ya da yaşam amacı haline getiren, “o olmadan ben yokum” diyen kişiler, ve elbette bağımlı kişilik yapısına sahip olanlar.
Onlar için ayrılık, sadece bir ilişkinin sonu değil, varoluşlarının sorgulanması. Bu boşlukla baş edemediklerinde şiddete yönelmeleri, kontrolsüz bir hayatta kalma refleksi gibi devreye giriyor.
Şiddetin cinsiyeti olmaz
Bugün erkek şiddeti konuşuyoruz, yarın kadın öfkesi. Ama şiddetin cinsiyeti yok: Yumruk, tekme, küfür—hepsi, aslında içimizde çözülememiş duyguların yanlış adreslerde patlaması.
İlişkiler bitiyor, ama şiddetin izi kolay kolay silinmiyor. Tabii ki ilişkilerin bitişi zor. Ama şiddet, hem sizi hem karşınızdakini yaralayan en yıkıcı yol.
Peki bu “aşk yoksunluğu” krizini nasıl daha sağlıklı yönetebiliriz? Özellikle bağlanma tarzı sorunlu olan kişiler için psikoterapi, çocukluktan gelen terk edilme ve değersizlik şemalarını fark etmeyi sağlıyor. Bireysel terapi, kişinin “benlik değerini” partnerinden bağımsız kurmasına yardım ediyor. Duyguları düzenleme becerilerini artırmak şart.
Nefes teknikleri, farkındalık egzersizleri… Beynin kriz anında “saldır ya da kaç” modundan çıkıp “düşün ve yönlendir” moduna geçmesini kolaylaştırıyor.
Bağımlılığı sağlıklı bağlara çevirmek önemli.
Spor, sanat, sosyal çevre, gönüllü işler… Bağımlılık yaratan kimyasal boşluk, başka keyif verici ve anlamlı aktivitelerle doldurulabiliyor.
Dopamin illa kapı tekmelerken değil, tenis kortunda da salgılanıyor. Anlayacağınız ayrılıklar da sağlıklı yönetilebiliyor.
Unutmayın: Tekmelediğiniz kapıdan aşk çıkmaz. Çıksa çıksa sabıka kaydı çıkar, rezil olmanız da yanınıza kar kalır!