Yunanistan’dan dönen Türklerin çoğu aynı gözlemi dile getirir:“Yemekler çok lezzetli, fiyatlar makul — ve kimse seni kazıklamıyor.”
Türkiye’de ise şüphe duygusu hiçbir zaman uzak değildir. Bir restoranda menüye bakarken, taksimetreyi izlerken, kasabın tezgâhında ya da mağazadaki etikette hep aynı soru belirir: “Acaba kazıklanıyor muyum?”
Bu fark yalnızca ekonomiyle değil, din, gelenek ve tarihten süzülen ahlaki kodlarla da ilgilidir.
Yunan salatası basit bir tabak aslında: domates, salatalık, soğan, biber, feta peyniri ve zeytinyağı. Değeri gösterişinden değil, sahiciliğinden gelir. Eğer domates bayatsa, peynir ekşimişse, zeytinyağı acımışsa o salata artık “namuslu” değildir.
Yunanistan’da dürüstlük uzun süredir Ortodoks öğretisi, aile terbiyesi ve vatandaşlık eğitimiyle içselleştirilmiş. Kazıklamak yalnızca yasa dışı değil, aynı zamanda günah ve yüz kızartıcıdır. Adalarda ailelerin kendi şapellerini inşa edip bakımını yapmaları da bu samimiyetin işaretidir.
Ne var ki kurumsal kilise, sahip olduğu servet ve siyasi nüfuz nedeniyle sıkça eleştirilir. Genç Yunanlılar resmî dinden uzaklaşsalar da gündelik yaşamda sahiciliği değerli görmeye devam ederler.
İslam da aynı ilkeleri yüceltir. Özünde helal kazanç, kul hakkına saygı ve dürüstlük vardır. Peygamber’in ölçü ve tartıda hile yapan tüccarlara öfkesi, Osmanlı’daki Ahi teşkilatlarının “namuslu ticaret” anlayışı, bu ahlakın tezahürüdür. Gerçek İslam yalnızca ibadete indirgenemez; pazarları, işyerlerini ve siyaseti de şekillendirmelidir. Taze sıkılmış zeytinyağı gibi berrak ve katkısız olmalıdır.
Fakat her yerde olduğu gibi burada da sapmalar yaşanır. Din siyasete araç kılındığında, caminin dili ile kürsünün dili karıştığında, ahlak sloganlara feda edildiğinde güven erozyona uğrar. Beş vakit namaz kıldığı halde işçisinin hakkını vermeyen, hacdan dönüp vergi kaçıran, “Allah” deyip rüşvet alanlar İslam’ı yaşatmıyor; sadece onun sembollerini istismar ediyor.
Budist Tayland başka bir örnek sunar. Burada inanç ve gelenek, emek ve dürüstlüğe saygıyı, kanaatkârlığı öğretir. Tapınak kültürü, düzgün iş yapmayı dini bir ritüel kadar önemli görür. Bu yüzden Tay toplumunda güven yalnızca ticarette değil, sosyal ilişkilerde de güçlü biçimde hissedilir.
Japon dürüstlük kültürü, kaybolan cüzdanın tek kuruş eksilmeden sahibine dönmesiyle simgelenir. Orada dürüstlük toplumsal düzenin harcıdır, yasayla değil toplumsal utanç ve mahalle baskısıyla pekiştirilir. Katolik gelenek ise özellikle Avrupa ve Latin Amerika’da, günah ve vicdan kavramları üzerinden iş ve özel hayata ahlaki ölçüler yerleştirmiştir. Çalışmak, adil olmak, yoksula yardım etmek sadece toplumsal değil, ruhsal sorumluluk sayılır.
Yahudi ticaret kültürü de tarih boyunca ticareti Tanrı’ya karşı bir sorumluluk, güveni ise en değerli sermaye olarak görmüştür. Ticaret sadece kâr için değil, inancın bir sınavı olarak yürütülür; tüccarın sözü namusla özdeşleşmiştir.
Protestan iş etiği ise Max Weber’in işaret ettiği gibi, çalışkanlığı ve tutumluluğu kutsal bir görev kabul etmiş, güven esaslı modern kapitalizmin temellerini atmıştır. Dünyanın çok farklı köşelerinden gelen bütün bu örneklerde görülen ortak gerçek şudur: sahicilik, namusun özüdür.
Bu ders yalnızca sofraya değil, siyasete ve ticarete de uygulanmalıdır. Bayat bir domates nasıl salatanın tadını bozarsa, sahte siyaset de toplumun ahlakını çürütür. Kusurlu zeytinyağı nasıl damakta acı bir tat bırakırsa, dürüst olmayan ticaret de toplumun güvenini eritir.
“Namuslu salata” sadece bir yemek değildir — bir metafordur. Ortodokslukta, İslam’da, Budizm’de, Katoliklikte, Yahudilikte, Japon dürüstlük geleneğinde ve Protestan iş ahlakında ortak olan çağrı, sahiciliğe yöneliktir.
Bugün Türkiye’nin ve dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey, sofrada, ticarette, siyasette ve günlük yaşamda bu özü yeniden hatırlamaktır. Çünkü gerçek tatlar, gerçek dostluklar, adil fiyatlar, temiz vicdanlar ve sahici bir yaşam yalnızca dürüstlük ve namus üzerine inşa edilebilir.